13 Ocak 2024 Cumartesi

Spartathlon 2023 Yarış Raporu - İkincisi neden daha zor?

 

       Fotoğraf Osman Erkan - Leonidas'ın heykeli ve ikinci kez Spartathlon'un bitişi. 

Geçen sene ilk kez Spartathlon'u bitirdikten sonra bir süre sakatlıklar ile boğuşmak zorunda kaldım. Sol bilekte 2017 Kapadokya Ultra'dan kalma olan sakatlık yine nüksetmişti. Neredeyse 15 gün ara vermeme rağmen geçmeyince, kendisi de ultra marathon koştuğu için uzun mesafe koşucularının halinden anlayan Prof.Dr.Sezgin Sarban'a gittim. Düz tabanlıktan dolayı kullanmam gereken tabanlık ile beraber artık parmak aralarımı açacak olan silikon ayrıştırıcı ile geniş burunlu ayakkabı kullanmamı önerdi. Bu şekilde ağırlığı yayarak sakatlık ihtimalini azaltacaktım. Önümde henüz hedef yoktu ama bir 24 saat yarışına veya Spartathlon kurasına yeniden katılacağımdan sağlıklı bir şekilde antrenmanlara başlamak istiyordum.

Spartathlon yarışını hatırlatmak gerekirse, Yunanistan’ın Atina şehrinden başlayıp Sparta şehrinde sona eren, 75 kontrol noktası (CP) olan 246 km’lik bir yol yarışı. Zorluğu ise 36 saat içinde kontrol noktalarının her birinin arasını belli bir zaman aralığında almanız gerekiyor. Yarış, tarihçi Herodot'un yazdığına göre Perslerin Atina kıyılarına dayanması nedeniyle Milattan önce 490 yılında, Atinalıların Pheidippides'i Sparta şehrine gönderip Sparta Kralı Leonidas'tan yardım istemesine dayanıyor. Pheidippides gün ağarırken yola çıkıp ertesi gün güneş batmadan Sparta'ya ulaşıp mesajı iletiyor. 1982 yılında da İngiliz Subay John Foden Yunan tarihi okurken bu kısımdan etkilenip Oxford Üniversitesi’nden tarihçilerle olması gereken rotayı çıkartıp arkadaşları ile deneme koşusu yapıyor. Foden bunu denemese, yıllarca Herodot da ne sallamış kardeşim, kimse o kadar koşmaz, ancak ata biner gider diye konuşulacaktı. Oysa genelde eğitimli atların bile günde 70-80km koşabildiği yazılıyor. Foden sayesinde 1983'den beri Spartathlon, yaklaşık 400 üst düzey koşucunun 246 km’yi 36 saat sınırı içinde koşmak zorunda olduğu bir yarış haline geldi. Detay için geçen seneki yarış raporuma buradan ulaşabilirsiniz.

 

Atina'dan Sparta'ya olan bu çizgiyi koşacaksın ya, bir şey değil

Ekim 2022'de biraz dinlendikten sonra Kasım ve Aralık ayların yukarıda bahsettiğim bilekteki sakatlık ile geçti. Sonrasında ise sağ kasığımda, koşu sonrası ağrı olmaya başladı. Uzun zamandır koşanlar antrenman yapamamanın moral bozukluğunu iyi bilir. Koşamadığınız için hep performansınızın eskisi gibi olmayacağı kaygısı yaşarsınız. Kasıktaki ağrı yüzünden 15 gün ara vermek zorunda kalınca ben de çok şey kaybedeceğim korkusunu yaşadım. Neyseki bir 15 gün içinde eski rutinime dönmüştüm fakat düzenli antrenman yapamadığım en az bir 3 ay oldu. 

Bu ayların acısını çıkartma planlarını yaparken, ülkemizdeki deprem felaketi ile gerçekten de daha fazla antrenman yaptım. Nedeni de koşunun stresi azaltmadaki etkisinden daha fazla faydalanmaktı. İstanbul'da yaşadığımız için koşarak durum değerlendirmesi yapma ve bir yandan da riski nasıl azaltırım acaba kurtuluş yolu var mı diyerek antrenman sayımı yeniden haftada 6 güne çıkarttım. Bir günü vücut için dinlenme zamanı olarak ayırıyordum. Çünkü hafta içleri yarı maraton hafta sonu da bir gün maraton koşuyordum. Hatta bazen 7 gün koşup sonra sakatlık olur mu diye düşünmedim değil. 

İki kez üst üste Spartathlon yarışının çıkmayacağını da düşünerek Ocak sonu Fransa'daki bir 220km yol yarışına kayıt olmuştum. Neticede  Spartathlon'a 2020'de ilk kez başvurduğumda bana çıkmamıştı. Araya pandemi girmişti ve ancak 2022'de kurada yedekten çıkabilmişti.

Sabah mı gece mi anlayamazsınız ama sabah karanlığında koşu

 Hazırlık Dönemi

Mart ayında Spartathlon kuraları çekildiğinde listede ismimim yer aldığını gördüm. Geçen sene yarışta yer alan Hilmi ve Vesile'ye de şans yine gülmüştü. Hilmi'ye üçüncü kez çıktığı için ne şanslı çocuk dediğimi hatırlıyorum. (Çocuk yerine başka bir şey de demiş olabilirim tabi :) ) Diğer sevindirici bir haber ise Aykut Çelikbaş'ın kardeşi Aytuğ Çelikbaş ve Prof. Dr. Sezgin Sarban'da listeye girmişti. Hepsi tanıdığım insanlar olduğu için Türk takımı olarak Türkiye'yi iyi temsil edeceğimizi düşündüm. En sonunda Aykut ve Aytuğ ile de yarışa beraber katılacaktık. 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar sıkı bir şekilde sabah 5.30 ve 7.30 arası antrenman yaptım. İş ve aile varken iyi bir uyku düzeni ile antrenman yapmak imkansız oluyor. Seçimler ikinci tura kaldığında, ne yazık ki Spartathlon'a da hazırlık olacağını düşündüğüm Fransa'daki yarış, benim için iptal oldu çünkü seçimlerde sandık görevlisiydim. Zaten eksik olan görevlileri gördüğüm için son beş seçimde süre gelen Sultanbeyli'deki sandık görevimi ikinci turda da gerçekleştirmek istedim. Seçimlerin gazı ile hafta sonları maraton yerine 50 km ve üstü koşuyordum. Öyle güzel hacim yapmıştım ki Spartathlon eğer Haziran ortası yapılıyor olsa belki daha iyi bir derece alırdım diye hala aklıma gelir. 

Haziran'daki bayram ve Temmuz'daki tatili gece aktivitelerinden dolayı koşu için verimsiz geçti. Her ne kadar zorlu bir yarışa hazırlandığımı söylesem de insanların yarışı ikinci kez koşacağımı bilmeleri ve bana "Ya zaten koştun yine koşarsın ne olacak bizden önemli mi" diye haklı serzenişleriyle, akşamları 22.00'da yatakta olma planları hikaye oldu. Çünkü ben de ailemi ve arkadaşlarımı görmek ve onlarla vakit geçirmek istiyordum. Her zaman olduğu gibi yine öncelikler ve tercihler hayatımızı yönlendiriyordu. Alman disiplini bazen Türk işi oluyordu. Ağustos ayı ise iki seyahat dolayısıyla hedeflediğim gibi geçmedi. Buna ek olarak core antrenmanlar yerlerde sürünüyordu.

Mayıs ayında hafta sonları güzel koşmuştum

Hele Ağustos'un son haftası bisikletten inerken yaşadığım hamstring sakatlığı iki hafta beni yavaşlattı. Zaten yarış Eylül'ün son haftası olacağı için dinlenme dönemi öncesi korkudan vücudumu yıpratan antrenmanlar yapamadım. Bundan dolayı ilk hedef her zaman bitirmek olmalıydı. Aytuğ ile konuştuğumda ise onun 10km üstünü ağrısından dolayı hiç koşamadığını öğrendim. Yarışa katılıp katılmamaya Yunanistan'da karar verecekti. Aykut zaten sakattı ve o da Yunanistan'da karar verecekti. Onlara göre gerçekten çok şanslıydım. 

Geçen sene destekçim olan Mehmet Erkul'un vize durumundan dolayı bu sene gelemeyeceği Eylül başı gibi kesinleşmişti. Ağustos başı Çıralı'da koştuğumu bildiren Instagram gönderisi üzerine Çıralı'da görüştüğüm arkadaşım Osman Erkan, Mehmet gelmezse destek olabileceğini belirtmişti. Hemen onu arayıp teklifinin hala geçerli olup olmadığını sordum ve olumlu cevabını aldım. Şansa bakın ki Instagram gönderisi gerçekten bir işe yaramıştı ve artık bir destekçim vardı. Osman sağ olsun türlü taklarlar atıp gelecekti. 16 yaşındaki oğlum Cenk'i de bu sene yarışa getirmek istiyordum. Cenk'in Osman'a yardım edip hem de yarıştan ilham almasını istemiştim. Çünkü yarışın zorluğu ve koşucuların yaşadıklarından ilham almamak bence imkansız ve ona mutlaka zorlukları aşma, pes etmeme konusunda katkısı olacaktı. (Tabi ben pes etmezsem)

Atina

Yarış haftası Aykut ile otelimize yerleştik. Yine Türkiye Spartathlon tişörtü ve bafları ile Türkiye'yi güzel bir şekilde hatırlatmak istiyorduk. Kerem Yaman’ın tasarladığı, Rota Filo'nun sponsor olduğu Spartathlon Türkiye tişörtünün ana teması bu sene "There are no shortcuts to any place worth going." "Gitmeye değer hiçbir yere kestirme yol yoktur." 'du. Tişörtlerimiz yine çok beğenilmişti. Ne yazık ki her şey iyi gitmeyecekti. Aykut'un sakatlığı onu 100 metre bile koşturmayacak durumdaydı. Spartathlon yarış raporları sayesinde bir çok yabancı sporcunun yarışı bitirmesine katkıda bulunan can dostumun yarışta koşmayacak olması çok can sıkıcı oldu. Aykut, zihinsel olarak bunu atlatıp, destek ekibine geçip, kardeşi Aytuğ'a ve sonrasında takıma destek olmaya karar verdi. İçimde bir burukluk olmuştu. Ertesi gün Aytuğ, Hilmi ve Vesilenin gelmesi ile Aykut'un durumunu kabullenmiş ve yarış havasına girmeye başlamıştık. Spartathon gibi bir yarışı iki sene üst üste koşmanın çok daha zor olacağını ve kendimi motive edecek şeyler bulmak gerektiğini, Aykut birçok kez söylemişti.

Takımda Suna eksik. Soldan sağa, Osman, ben, Hilmi, Vesile, Aytuğ, Cenk, Aykut ve Sezgin Hoca          

Otelde Aykut, Aytuğ'a destek olacağı için onunla aynı odada kalacak, ben de Hilmi ile kalacaktım. Uyumlu bir tip olduğumdan Hilmi ile rahat kalırız diye düşündüm. Tek sorun uykumun hassas olmasıydı. Akşam 22:00'den sonra sifon bile çekilmemesi lazımdı. Biz yerleştikten sonra Perşembe günü gidip yarış numaralarımızı ve üstümüzde taşıyacağımız GPS cihazlarıni almak için sıradayken, Fransa takımından yarışa katılacak olan ama Amerika'da yaşıyan Joffrain, Aykut'un yarış raporları ile hazırlandığını belirtip kendisine teşekkür etti. Beraber bir de hatıra fotoğrafı istedi. Aykut'un bilinirliği Türk olduğumuz için gururumu okşuyordu. Geçen seneden tanıştığımız bazı arkadaşlar ile birlikte 2017 yapımı Ultra adlı belgeseli çeken Balazs Simonyi ile de karşılaştık. Avrupa Film Akademisi tarafından en iyi 15 belgesel film listesine giren, Spartahlon'u ve katılan bazı kişilerin yaşadıklarını anlatan filmi buradan izleyebilirsiniz.

Aynı gün, oğlum Cenk ve arkadaşımız Suna da artık gelmişlerdi. Ekipte tek Osman ve Sezgin hoca eksikti. Onlar da akşam geldi ve tüm Türkiye ekibi tamamlandı. Havanın geçen seneden biraz daha iyi olacağını öğrendiğimizde (ilk gün 34 derece ikinci gün 38 derecelerde olmayacaktı), yaz aylarını iyi değerlendirmediğime pişman oldum.  Yine de ikinci kez bitirip daha iyi bir derece yapmak istiyordum. Heyecan tavan yapmıştı ve bitirmiş olsan bile neden bu yarıştan korktuğumu farkettim. Yarışın uzunluğu ve sıcaklığı ile beraber kendime dayattığım daha iyisini yapma baskısı da korkutuyordu. Daha önce birden fazla koşanların raporunu okuduğumda inanmakta zorlansam da, kendim yaşayınca duygularımı bastırmakta zorlandım. Akşam yemeğinden sonra yataklarımıza geçtiğimizde uyuyamadığımı görüp saat 23.00 civarinda oğlumun kaldığı oteldeki odasına geçtim. Geç de olsa uyudum ama yarıştan iki önceki gece 6 saat uyumam eksi hanesine yazıldı. 

Yarıştan önceki gün kontrol noktasına bırakılacak torbaları hazırlarken
 

Yarıştan Önceki Gün

Sabahtan Hilmi ile beraber kontrol noktalarına bırakacağımız torbaları hazırlamaya başladık. Yenilecek WUP jeller, tozlar, bant, vazelin, reflektör ve kafa lambası gibi alınacakları koyup bir turda üstünden geçtik. Sezgin hoca ile konuştuktan sonra Topo Ultra Fly 4 yerine yarışı Hoka One One 7 ile koşmaya karar verdim. Özel tabanlık yine olacaktı ama en azından parmak açıcı pamuk ve onları değiştirmek ile uğraşmayacaktım. Osman'a vereceklerimi de ayrı bir yere koymuştum. Onu da odada kısaca Osman'a anlattım. Sonrasında bunları teslim etmeye takım halinde gittik. Akşam yemeğini de yedikten sonra artık odalara çekilme vakti gelmişti. 21.00 gibi yataklara girdik çünkü 4.30'da kalkacaktık. 

Ben 22:30'a kadar uyuyamayınca hemen Cenk'in oteline gittim. Ne yazık ki orada da 3 saat uyuyabildim. Geçen seneye göre çok daha az uyumuştum ve bunun ne kadar performansı düşüreceğini kestiremiyordum. Uykusuzluk konusunu düşünmeyip yarışa odaklanmam lazımdı. 

Yarış Günü

Takım olarak güzel bir kahvaltı edip otobüsle gitmek yerine ayrı arabalarla ekip olarak yarış başlangıcına gittik. Şans eseri aynı yere parkedince ekip olarak yarış başlangıcına yer alabildik. Diğer ülkerlerden bildik isimlere yine "See you in Sparta" demiş ve son kez iyi şanslar dilemiştik. Geçen sene yarışı bırakan, (o sırada) dünya 24 saat rekortmeni Camille Herron, Aytuğ ile hemen yanımızdaydı. Zaten bizi Camille ile beraber çektikleri için biz Aytuğ ile Norveç'ten Line Çalışkaner ve Finlandiya'dan Noora Honkala ile fotoğraf çektirdik. İkisi de bu senenin favorilerindendi.

Fotoğraf Sparta Photography Club - Camille Herron ben ve Aytuğ son başlangıçta
 

  Akropolis arkamızda, yarışın geri sayımı ile saat 7.00'da ile Aytuğ'la koşmaya başladık. Yarış başlayana kadar her zaman heyecan tepe noktasında sonrasında ise artık hedefe kitleniyorsunuz. Aşağıya eğimli başlangıçta gaza gelip hızlı koşabiliyorsunuz. Aytuğ ile beraber ilk 10 km'yi koştuk. Hatta Line Çalışkaner'e geçen sene destek veren ve bu sene kendisi de koşan Janne Kvisvik ile sohbet edip, ondan Danimarka'nın Norveç'e göre çok düz olduğunu ve hafif yükseklik kazanımı olan yerlere "Danish Hill" dediklerini öğrendik. Bu sene de hedefim ilk 80K'ya kendimi yıpratmadan gelmekti. Aytuğ ağrı riskine karşın yavaşlayacağını söyledi ve ben aynı hızda devam ettim. Hilmi, Sezgin Hoca ve Vesile nerede bilmiyordum. Vesile'nin renkli kıyafetinden onu hemen ayırt edebilirdiniz zaten ama diğerlerini görmek için daha dikkatli bakmak gerekiyordu. 

                     Fotoğraf Sparta Photography Club - Aytuğ, ben ve  Janne

75 adet kontol noktasının her birinde 1 dakika dursanız zaten 1 saat 15 dakika kaybetmenize rağmen ben durmama riskine girmedim. Bu sefer yarışta geçen seneki gibi öndekiler ile tanışma veya sataşma konusunda emin değildim. Fakat yarış başlayınca yine önümde giden insanlarla konuşmaya başlamıştım. 12 km civarında ileride Hilmi'yi gördüm. Ona bir sürpriz yapmak için yanına gelip, bu seneki yarış şarkım olmasını istediğim Avicii - Levels'ın "Oooo Sometimes I get a good feeling" kısmındaki oooo kısmını bir anda bağırarak Hilmi'ye söyledim. Haliyle ilk önce biraz korkup sonra beni görünce gülümsedi. Muhabbet ederek koşmaya başladık. Biraz ileride geçen sene yarış içerisinde tanıştığım Hollanda’dan katılan Jonathan vardı. Uzun boyu ve beyaz büyük şapkası ile her yerden seçilebiliyordu. Kendimi hatırlatmak için geçen sene gece koşarken seninle magic mushroom konuşması yapmıştık deyince hatırladı. Bu sene daha iyi durumda olduğundan bahsetti. CP'ye girip çıktıktan sonra Jonathan artık bizden öndeydi. 

 Hilmi ile CP'lerde birbirimiz beklemiyorduk ama çıktıktan sonra bir şekilde birbirimize yetişiyorduk. Herhalde artık gözlerimiz birbirimizi arıyordu ve ilk 30 km için hızlarımız uyumluydu ve kendimizi zorlamıyorduk. Güneş bulutlar arkasındaydı ama geçen seneki kadar olmasa da sıcaklık yine yıpratıyordu. Asfalttan gelen bir sıcak hava dalgası vardı. Bundan dolayı hızlanmak ve kendimi 80k'dan önce yıpratmak istemedim. Hilmi de ilk 80 km için CP'ye 8 veya 8.15 arası girmeyi hedeflediğini söyleyince o zaman 80'e kadar beraberiz zaten dedim. Herhalde kendimizi biraz zorlayarak gelsek CP 12'ye 3.35 gibi bir sürede gelebilirdik. Yarıştan önce aslında 27-28 saat gibi süreleri nasıl yapabileceğini Aykut'a da sormuştum ama ne yazık ki antrenman seviyem buna yeterli değildi.  

 
Fotoğraf Cenk Timuralp - Vazelin sürtünen noktaların tek çaresi, ben sürerken Osman su matarasını doldurmuş.  

  Maraton mesafesini geçmiştik ve CP 12 yani 44. km'ye 4 saat 10 dakika gibi bir sürede geldik. Destekçilere izin verilen ilk CP'de Osman, Aykut ve Cenk'ten, ilk önce ayran alıp sonra vazelin sürüp, boyunluk (buz koymak için) ve şapkayı aldım. CP'den çıktıktan bir dakika sonra kola almayı unuttuğum farkedip geri döndüm ama Osman gitmişti. Boşu boşuna vakit kaybetmenin verdiği öfkeyle koşmaya devam ettim. Herhalde 7 dakika civarı kaybetmişimdir ama ileride Hilmi ile yeniden biraraya gelmiştik. Destekçilerin CP'yi hemen terk etmemesi gerekiyor gideceklere tavsiye olsun.

   İlk 100 km yavaş yavaş yükselen çıkış ve inişlerle dolu ve biz de buna uyumlu şekilde koşuyorduk. Gidişli gelişli araba yolunda koşmaya alışkın olduğumuzdan zorlanmıyorduk ama başka ülkelerden gelenler için şaşırtıcı olduğuna eminim.  CP'lerde değişik elektrolit içeçek, kola, meyva suyu vardı. Biz de mutlaka uğrayıp bir şeyler içip yiyorduk. Hatta bu sefer yanıma aldığım yiyeceklerin gereksiz ağırlık yaptığını bile düşünmüştüm. CP'lerin birinde karpuz bile yedik. Sıcakta çok güzel gemişti. 70 km civarı rafineleri geçip, deniz kenarında olan yolda  ve özellikle aşağıya eğim olan yerlerde hızlanmak, en azından oraları hızlı geçmek istiyordum. Bu arada denizi görüp de o kadar ısınmışken girmemek adama koyuyordu.  Yavaş yavaş 77.5 km, Corinth Canal'a yaklaşıyorduk. Hilmi burada bir foto alalım dedi. Durup bir iki foto çekip manzaranın az da olsa tadını çıkardık.

Fotoğraf Sparta Photography Club - Deniz kenarında koşup da sıcakta girip serinleyememek

   Hellas Can’e, CP22, 80. km'ye yaklaşırken sıcaktan ve muhtemelen hızlı koşmaktan yana yatmış şekilde koşan iki kişi gördük. Bazen ne kadar tuz ve mineral alsanız da buna engel olamıyorsunuz. Hellas Can büyük bir kontrol noktası ve burada Hilmi ayakkabıdan tişörte baştan aşağı kendini yenilerken, ben de tişörtümü değiştirip çorba içtim. Ne yazık ki bir türlü pilav veya makarna yiyemiyordum. Hilmi yulafını hazırladı. Bu sırada yanımızdan Aytuğ geçti. Onun pit stop'u kısa sürmüştü anlaşılan. Bizdeyse vazelinler sürüldü, jel kontrolü yapıldı, Osman ve Cenk'e teşekkür edilip yeniden yola koyuldu.  

Fotoğraf Sparta Photography Club - Sonunda Corinth kanalı ile güzel bir fotoğrafım var

 80-160 KM

86-87 km civarı Aytuğ'u ileride gördüm. Burada toprakla karışık hafif bir asfalt yoldan üzüm bağları arasından koşuyorduk. Bizi farketmediğini hissedince yetişip yanına gelince yine Avicii - Levels'ın "Oooo Sometimes I get a good feeling" kısmındaki oooo'yu bir anda bağırarak söyledim. Tabi büyük bir eşek şakası olmuştu. Aytuğ haliyle biraz bana saydırdı ama onu kendine getirdiğimi düşündüm. Biraz beraber takılıp sonra Hilmi ile devam ettik. Buralarda doğa çok güzeldi. 

CP 26, Ancient Corinth Meydanı, 92.5 km'ye kadar artık yol daha sakindi. Buradaki kontrol noktası küçük turistik bir meydanda ve merkeze giriş tarihi eserlerin arasında kıvrılarak oluyor. Burada turistler gelenleri izleyip bira içiyordu. Hemen Osman'dan aldığım ayranı içip, bira içenlere yarın akşam ben de içeceğim deyip ayrıldım. Koş bakalım dercesine acıklı bir gülümseme ile bana baktılar. 

Fotoğraf Sparta Photography Club - Ancient Corinth meydanından hemen sonra tarihi eserlerle 

Bir dahaki kontrol noktası, CP 29, Zeygolatio, köy meydanındaydı. "I like to move it move it" şarkısıni bağırarak Hilmi ile beraber Cenk ve Osman'ın yanına gittik. Buradaki zamana göre kafa feneri ve reflektörleri alacaktık ama aydınlık olduğundan vazgeçtik. Destekçiler olmasa bu noktadan itibaren bunları taşımak gerekir. CP'den ayrıldıktan bir süre sonra yanımıza İsveç'ten Ivan Bretan gelmişti. Ivan'a isminden dolayı Bulgar mısın? diye sordum ama anlaşılan zamanında büyükbabası oraya göçmüştü. İsveçli olmasına rağmen Avicii'yi bilip bilmediğini sorma gafletinde bulundum. Tabii ki de biliyordu ve biraz onun üzerine muhabbet ettik. 

İznik 140K yarışından bir önceki gün Avicii vefat etmiş ve tam uyumaya yakın haberi aldığımdan tarihi iyi hatırlıyordum. Ivan'a İsveç'in başkentinin çok güzel bisiklet yolları olduğunu ve oralarda koşmanın çok zevkli olduğundan bahsettim fakat Stockholm ismi üçüncü deneyişimde aklıma geldiği için hafiften rezil oldum. Ivan'a artık yarışın yorgunluğuna vermesini söyleyerek yavaşça Hilmi ile yanından uzaklaştık. Yarış sonrası Ivan'ın bitiremediğini öğrendim. Biraz daha koştuktan sonra ileride Dietmar Goebel'i yakaladım. Alman olduğunu öğrendiğim Dietmar, Ortapedi cerrahı ve eski jimnastikçiydi, üstüne dokuz kere Spartathlon'u bitirmişti.  Efsanesin yani diye konuşurken, ben ve Hilmi'ye asıl oğlunun efsane olduğundan bahsetti. 2016 yılında, oğlu 18 yaşındayken, yarışı ikisi beraber bitirmişlerdi. Oğlu için ne büyük bir macera oldu kimbilir.

Bir sonraki destekçi CP'si, Halkeon'a, kıvrımlı yollardan döne döne çıkarak gidecektik. Vadilerin içinden geçilen yollardan Soulinari'ye gelirken yokuşu çıkmadan önce çocuklar imza istiyordu. Hilmi imzalarken ben yukarıya doğru gidiyordum. Hilmi, çocukları bana kitledin sen de atsana imzanı deyince durup geri döndüm. Gerçekten dalıp gitmiştim. Yarış numaram, ad, soyad ve imzamı attım. İkinci çocuğa atarken nereli olduğumu tahmin et bakalım dedim. Senin favori ülken hatta dedim. Macar dedi, Polonya dedi ama tutturamadı. Ben de Turkey Turkey deyip koşmaya başlayınca çocuk da tabi bayağı şaşırdı. 100Km koştuktan sonra kafa güzel oluyor. 

Video Cenk Timuralp - Halkeon'a daha çok var 

Yarışta 100K'dan sonra yokuşlar başlıyor. 112 km, Halkeon'a geldiğimizde çorba istediğimizi  Osman'a söylemeyi unuttuğumu farkettim. Osman'dan sıcak olmasa da bize Yayla çorbaları açıp vermesini rica ettim. O sırada bir tur vazelinlenip, Hilmi ile kafa feneri ve reflektörleri aldık. Suunto saatimi şarj etmek için powerbank de aldım. Zaten tam hava karardığında gelmiştik. Burada da bir 7-8 dakika gitmiştir. Destekçi olan CP'lerde ne yazık ki böyle vakit kaybedebiliyorsunuz. Bunun muhabbetini yarıştan önce odada Hilmi ile yapmıştık. Hatta bu yüzden Hilmi destekçi olmadan daha hızlı ilerlendiğini düşündüğünü belirtmişti. Yarışta pozitif etkisi kadar vakit açısından negatif etkisi de olabilir. 

CP 35 (122K), Ancient Nemea'ya karanlıkta vardık. Kilisenin yanındaki bu kontrol noktasında sularımızı tazeleyip, Hilmi ile masadan birer sıcak çorba içtik. Yola çıktıktan sonra yokuşlardan birinde geçen sene tanıştığım, Slovenya'dan Marko Femc ile karşılaştık. Kendisine, daha üç hafta önce Iron Man Dünya Şampiyonası'ndaydın nasıl durumdasın dinlenebildin mi sence dedim. İyi durumda olduğundan ve yine yarışı bitirmek istediğinden bahsedip biraz muhabbet ettik. Yokuşlarda Marko, Hilmi ile benden daha iyi koşuyordu ve bizi geçti. (Yarıştan sonra Marko, onunla konuşmamın ona moral verdiğinden bahsedecekti.)

İleride Arjantin'den olduğu tişörtünden belli olan Gerardo Bruno ile karşılaştık. Ona da " Don't Cry For me Argentina" şarkısını söylerek yaklaştım. Kendisi İngilizce pek konuşamıyordu. Bunun üzerine " Don't Cry For me Gerardo, see you in Sparta" diyerek ayrıldım. O sırada dağlık bir yoldan ilerliyorduk. Geçen sene buralarda tuvaletimi yaptğımı hatırladım. Bu yoldan sonra da ağaçlık alan sabaha kadar yok gibiydi. Neredeyse 10 saat beklememek için burada bir mola vereyim dedim. Hilmi'ye git desem de, kendisi burada ben de dinlenirim o zaman dedi. Ben kaldırımdan atlayıp toprağa düşünce sağ olsun gelip kaldırdı. İstersen yardım edeyim dese de, kendi başıma, herhalde 150 derecelik bir açı ile tuvaletimi yapmayı denedim. Detayları güzel olmadığından, burada çok vakit kaybettiğimizden bahsedip geçeyim. Bir daha da tuvaletim gelmeden yarışta kendini zorlamanın alemi olmadığını öğrendim. Buradadan sonra yokuş aşağıların olduğu yerler de vardı ve buralarda Marko ile karşılaşıyorduk. Yokuşlarda o bizi, inişlerde ise biz onu geçiyorduk. Burada Hilmi'ye  Yianis Kuoros'un yaptığına benzer şekilde, inişlerde quad'larımı karşıma alacağımı ve onlara yorulmadıklarını anlatacağımı söyledim ve bastım. Hilmi ile ayrılıp yokuşlarda birleşiyorduk. Bu sayede herhalde bir 15 km sağlam bir şekilde koştuk.

Fotoğraf Cenk Timuralp - Malendreni'de yediğim ekmek parçası o kadar güzel gelmişti ki

 Artık 140. km'deki Malendreni istasyonuna gelmiştik. Burada Osman istasyondan bir çorba ve ekmek verdi. Ekmek 17 saat sonra katı yediğim tek şeydi. 24 saat yarışlarında ve bu yarışta da katı bir şeyler ya da durmadan jel yiyebilmek lazım ama ben henüz yeme konusunda başarılı değilim. En azından kusmadığım için şanslıyım. Sonraki CP 43, Lyrkeia, köyün içerisindeki bir sokakta 147. km'deydi. Buraya gelirken hırslanmak için yarışı yeneceğimizi, bitireceğimizi söyleyip kendimizi gaza getirmeye çalıştım. Lyrkeia'ya geldiğimizde Osman'ı göremedik. Biraz bağırdım ama Osman gelmeyince hemen masadan biraz patates cipsi ve izotonik içeçek alıp Hilmi ile devam ettik. 

Bu kontrol noktasından sonra artık gece yarısını çoktan geçmiş ve yarıştan önceki son iki günde çok az uyumanın etkisi ile uykum gelmeye başlamıştı. Geçen sene hiç böyle uykum gelmemişti. Hava hala sıcaktı ve tişörtleydim. Bu arada yarış araba yollarında geçtiği için müzik dinlemek yasak ve bu yüzden o kadar saat kendi düşünceleriniz ile baş başasınız. Yarışın uzunluğu ve zorluğu yüzünden kendimi bir anda varlığımı sorgularken buldum. Bu düşünceler içerisindeyken herhalde 1 saattir yan yana Hilmi ile beraber gittiğimizi fakat konuşmadığımızı farkedip kendisine bağırdım. Bir şeyler anlatsana Hilmi uyuyacağız neredeyse dedim. Hilmi ilk önce sen aslında tam olarak ne iş yapıyordun? Emekliliğe hak kazandın mı? gibi sorularla bizi kendimize getirdi. Artık 160. km'deki Mountain Base istasyonuna az kalmıştı. 

İstasyona gece saat 2.36 gibi girdiğimizde Osman bizi hemen kenara oturttu. Durmanın etkisi ile bir anda üşüme ve titreme geldi. Üzerime rüzgarlığımı almama rağmen devam edince korktum. Acaba devam edemeyecek miyim? Bu halde titreye titreye dağa çıkamam diye bir an aklımdan geçti.  Çünkü dağın tepesine doğru daha serin oluyordu. Bu sırada çorba içmek istedim fakat yine Osman'a söylemeyi unutmuştum. Sağ olsun Osman, vejetaryen olduğumu bildiği için istasyondakilere tavukları ayrı bir şekilde bana çorbayı vermelerini söyledi. Isınmak için içmek zorundaydım ve bu seferlik içeyim dedim. Çorbayı içtiğim gibi Hilmi ile devam ettik. Daha dağa tırmanmaya başladığımız gibi dik yokuş yüzünden ısınmış ve rüzgarlığı belime bağlamıştım. Bu sefer de Hilmi bizi çekiyordu. Kendisi öndekileri yara yara çıkıyor ben de arkasından hemen giderek bir daha bir daha insanları rahatsız etmek istemiyordum çünkü patika tek kişilikti. Tepeye vardığımızda Hilmi ile bir de fotoğraf çektik. 

Fotoğraf Sparta Photography Club - 161.8 km Mountain Top, kimsenin şöyle bir fotoğrafı yoktur eminim.

160-205KM 

Dağdan inişte taşlar bilye gibi kaydığı için dikkatli inmeye çalıştık. Aşağı inişi neden asfaltlamıyorlar burada ne güzel basıp ineriz diye saçma sapan konuşuyorduk.   İndiğimiz gibi artık 170. km'deki Nestani'yi düşünüyorduk. Buraya sabah 5'e doğru varacaktık. Artık Hilmi ile, ertesi gün normal bir yemek yiyip sonra rahat bir yatakta yatma hayalleri kurmaya başlamıştık. Yarış bizi öyle yıpratmıştı ki artık tek hayalimiz bu deyip güldük. Nestani'de geçen sene ayakta iki tane mantar çorbası içmiştim. Bu sene Osman otur rahat rahat iç deyince hemen sandalyeye oturdum. Yine titreme gelince belimdeki rüzgarlığı giydim ve çorbayı içip bir an önce yola çıkmak istedim.

  CP 57, 185. km'ye ise artık hava aydınlanırken girmiştik. Sabaha karşı biraz güneş ışığı bile insanın moralini yerine getiriyordu fakat bir sonraki destekçili CP60'a koşmakta zorlanıyorduk. İkimizin de bacakları taş gibiydi. Yarışta 160 km sonrası kontrol noktalarında azıcık bile dursanız sonrasında koşmaya başlamak çok zor oluyor. Buralarda artık yavaşladığımız için km'ler bir türlü bitmiyordu. Saate  bakıyordum ve normalde akıp giden 100 metre bile zor biter hale gelmişti. Geçen sene buraları Yunanistan'dan katılan Spiros ile beraber koşmuştuk. Kendisi ikinci kez bitirirse bir daha katılmayacağını söylemişti fakat bu sene de yarıştaydı. Spiros bu sene daha da hızlanmış ve 3`54 pace ile yarı maraton koşmuştu (Yarıştan sonra Sparta'da karşılaştığımda yarışı bıraktığını ögrendim).

CP60'a geldiğimizde bende pişik belirtileri başladığı için Osman'ı da göremeyince istasyonun pişik kremini kullandım. Sonrasında çorba içip çıkarken Osman'da geldi. Başka bir ihtiyacımızın olmadığını söylerek yola devam ettik. 199. km'den sonra 5.5 km boyunca yavaş yavaş yükselen bir yolda gidiyorsunuz ve çok yıpratıcı oluyor. Geçen seneki gibi yine buraya güneş tepeye çıkmadan gelmediğim için şanslıydım. Hilmi ile yavaş yavaş ilerlerken yanımızdan hafif koşu temposu ile bir Japon geçti. Adamın kalfleri dikkat çekici şekilde kaslıydı. Bu sayede yokuşları böyle çıkabiliyor herhalde diye konuştuk. Artık cehennem sıcakları başlamıştı. Neredeyse her kontrol noktasında durup yeniden kafamıza ve kolluklarımıza buz alıyorduk. 

  Fotoğraf Cenk Timuralp - Osman, Hilmi ile benim kolluklara buz koyarken. İstasyonlarda da buz var.
 

205 km ve 217 km arası yarışta inişli çıkışlı bir yoldan koşuyorsunuz. Geçen seneki gibi yine burada yol yukarı doğru mu eğimli yoksa aşağıya doğru mu eğimli anlayamaz hale gelmiştim. Durmadan Hilmi'yle burası yokuş aşağı ise basmaya çalışalım değilse yukarıya hızlıca yürüyelim diye tartışır hale geldik. Bir yandan da Sparta'daki son 500 metreye, ayrı ayrı bayraklar yerine, benim getirdiğim büyük bayrakla ve beraber girmeye karar verdik. Süre olaraksa 32:30'da bitirmeyi hedef belirledik. Süreyi tutturmak için Hilmi CP'de durup üstüne Türkiye Spartathlon takım tişörtünü giymeyecek, CP'den hemen benim torbadaki bayrağı alıp devam edecektik. Peki Leonidas'ın ayağına ilk kim dokunsun dediğimdeyse, Hilmi sen yarışta bizi daha çok çektin, sen dokun zaten aynı sırada bitireceğiz dedi. Destekçilere izin verilen kontrol noktalarında oğlum Cenk'i ve Osman'ı görmek iyi moral oluyordu. Cenk süper baba süper, bravo bravo diyerek bizi koşu moduna sokuyordu. 210. km'deki CP'65'te Cenk ayran ve buzlar hazır deyip bizi köşeye aldı. Eker ayranı boşuna taşımamıştık. Birer ayran içip, buzlanıp artık en sevdiğim kontrol noktası olan CP 72'i hedefimize aldık. 

Hilmi ile yine normal bir yemek ve yatak hayalleri kuruyorduk. Yarıştan sonraki günkü yapılacak "beer mile" yani her tura başlamadan önce bir bira içip 4 tur koştuğunuz yarışa da katılmak konusunda sözleştik. Artık Sparta'nın kokusunu almıştık. Her ne kadar 36 km kalmış olsa da moralimiz iyi durumdaydı. Artık yokuş aşağıları inerken, gece boyunca quadlara abanmam yüzünden bacaklarım ağrıyordu ve istediğim hızda inemiyordum. Hilmi ile beraber kendimizi 32 saat 30 dakika için zorlamaya başlamıştık. En azından ikimiz de en iyi derecemizi yapalım diyorduk. 27-28 saatleri bu sene de hedefleyemediğimize göre en iyi bunu yapalım deyip kendimizi çoşturuyorduk. Bu arada durmadan çiş molası vermek durumdaydık. Bu böbreklerimizin çalıştığının göstergesi olduğundan vakit kaybetsek de çalı kenarlarında durup hallediyorduk. 

Fotoğraf Cenk Timuralp - Hilmi ile hep şöyle bir fotoğrafımız olsun istemiştik dermişim
 

CP 72, 234. km Shell İstasyonu benim için özel yere sahip. Aykut'a destek olduğum zamanlarda o buraya geldiğinde yarışı bitireceğine artık kesin gözüyle baktığım için benim için de bundan sonrası bitiş demekti. Fakat kalan 12 km'de bile halen Hilmi ile birbirimizi çekiyorduk. Kendimizi zorlamasak yürüyerek de bitirecek vaktimiz vardı ama ağrılarımıza meydan okuyorduk. CP 74, 242. km'de, bayrağımı aldık. Biraz sonra Sparta'ya girmiş ve balkonlardan, kaldırımlardan, kafelerden gelen alkışlarla ile koşuyorduk. Son 500 metreye geldiğimizde ise Hilmi ile bayrağımızı açtık ve beraber Leonidas'ın heykeline doğru gitmeye başladık. Bayrağı açmamızla beraber alkış daha da artmıştı. Cenk bizimle beraber koşup video çekiyordu. Leonidas'a geldiğimde önce ben sonra Hilmi heykele dokunarak yarışı bitirmiştik. Resmi sürem 32 saat 35 dakika. Yazmadan geçmeyeyim Spartathlon'un son 500 metresi herkesi özel hissettiriyor. Çünkü yarışı birinci bitirirmişçesine bir çoşku ve ödül alırken de kürsüdeymişcesine belli bir düzende yapılan seremoni ile karşılanıyorsunuz.

Bu yarışı üst üste ikinci kez bitirmenin ne zor olduğunu yaşayarak öğrenmiştim. Belki bir sene ya da iki sene atlayarak yarışa katılmak size bazı şeyleri unutturabilirdi ama iki sene üst üste koşunca, bilinçaltı, kontrol noktaları arası zaman zorluğunu, uzunluğunu ve sıcağını hatırladıkça sizi yarışta aşağıya çekiyor. Bu yüzden yarışta kendinizle daha fazla mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz. Bundan dolayıdır ki artık yarışı üst üste bitirenlere saygım çok daha fazla arttı ve bence bitirenler de bundan dolayı bir daha gelip kendilerini burada test ediyorlar. 28 saatin altında bitirsen bile yarış yine seni pes ettirmeye çalışıyor. Sen de bu sınavı geçip geçemeyeceğini merak ettiğin için katılıyorsun. Ayrıca yarışın gerçek ve tarihi bir hikayesinin olması, yarışın öncesi ve sonrasındaki milli takım havası da bu yarışa insanların birden fazla katılmalarını sağlıyor. Tabi Spartathlon gibi uzun bir yarıştan sonraki rahatlama ve başarma duygusunun payı çok büyük.  


Spartathlon bitiş videosu - 3.53.02'de ben ve Hilmi heykele koşuyoruz 

 Yarış Sonrası

Yarış sonrası yine o kadar vazeline rağmen pişik oldum fakat bu sefer dudaklarıma Hilmi'nin kremini sürdüğümden yara olmadı. Ayaklar yine davul gibi şişti, tırnaklar yine gitti, quadlar ve kalfler başta olmak üzere her yerim ağrıyordu. Tabi o güzel yarış ağrıları ile uyumayı herkese tavsiye ediyorum.

Ertesi gün Leonidas heykelinin arkasındaki koşu pistindeki Spartan Mile’a katıldık. Spartan Mile sonrası bu sene ilk kez "Beer Mile" da olacaktı. Spartan Mile'da yarışa katılanlar kurallara göre yine çıplak ayakla ve iç çamaşırlarla koştu. Bu sefer ilk kez ödül de verildi. Sonrasında ise, kendi biranızı getirdiğiniz ve her turun başında bir birayı içip bitirdiğinizi kafanıza doğru döndürüp gösterdiğiniz Beer Mile yarışına Hilmi ile katıldık. "Ah ah" koşarken bunun bile hayalini kurmuştuk. Her turdan önce bir kutu bira içip dört tur attık. Buna az kişi katıldı ama Hilmi neredeyse hiç koşmamışçasına biraları içip koştu ve neredeyse birinci oluyordu. Bense hayatımda ilk kez bira içerken bu kadar zorlandım. 

Fotoğraf Cenk Timuralp - Beer Mile başlangıcı

Sonrasında tüm Türkiye takımı olarak Leonidas heykeli önünde toplu hatıra fotoğrafı çektirdik. Öğlen Sparta Belediye Başkanı'nın koşucuların onuruna verdiği öğle yemeğine katıldık. Akşam Atinaya döndüğümüzde odama yarışta geceleyin sataştığım Arjantinli Gerardo Bruno geldi. Bir şekilde odamı öğrenmişti. El kol işaretleri ile takım tişörtlerini değiştirmek istediğini anlattı. Ben ona Türk Spartathlon takım tişörtünü verirken o da bana yarışta koştuğu Arjantin Spartathlon tişörtünü hediye etti. Çok güzel bir hediye almıştım.

Fotoğraf Sparta Photography Club - Türkiye 2023 Spartathlon takımı
 

 Ertesi günün gecesi Atina'da yemekli resmi ödül törenine katıldık. Yarışta tanıştığım yeni ve eski arkadaşlarla fotoğraflar çektirdik. Deniz kenarında olan sahnede sertifika ve madalyalarımızı aldık. Türk takımı olarak o sahnede yer almak paha biçilmez bir duyguydu. 

İkinci kez yarışı bitirdikten sonra ertesi sene kesin katılırım diyemedim. Hatta katılmam, bu manyaklık resmen dedim. İlk kez yarışa katılmak ile hemen ertesi sene bir daha katılmak arasında büyük farklar vardı. İlk fark, yarışı koştuğunuz için zorlandığınız anda, ya ben zaten bir kez bitirdim, neden koşayım deyip, kendinizi kandırıp yarışı bırakabilirsiniz. İkinci fark ise, yarışın ne kadar uzun olduğunu ve yüksek sıcaklık altında koşacağınızı bilmeniz ve istasyonlar arası olan zaman sınırlarına takılma ihtimalinizin ufak bir sorunda gerçekleşecek olmasıydı. Asfalt üzerinde 36 saat boyunca aynı yerlere darbe alıp sakatlanma ihtimalinizi bir yere koysanız da bunlar bile Spartathlon'u en zor ultramarathon olarak nitelendirtiyordu. Zaten katılanların genelde yarısı bitiriyordu ve siz de bu grup arasında pekala olabileceğinizi biliyorsunuz. Normalde bilinmezlik insanı korkuturken bu sefer bildiklerinizden korkar hale geliyorsunuz ve seneye de kesin gelmek isterim diyemiyorsunuz.  

Burada kendime hatırlatmam gereken Spartathlon'daki gibi yoğun duygular her yarışta olmuyor çünkü Spartathlon'a hazırlanma süreci de uzun ve çok fedakarlık gerektiriyor. Hazırlık süresince türlü şeylerden feragat ediyorsunuz. Tabi bundan dolayı da başarmanın üzerinizdeki etkisi büyük ve uzun süre oluyor. 

Fotoğraf Sparta Photography Club - Ödül töreninde bu sene unutmayıp Türk bayrağımızı açabildik.   

Bu yarışa bir daha katılabilecek miyim bilmiyorum ama yine katılmak istediğim kesin. Yarış hazırlıklarında beni her zaman destekleyen eşim Selen ve yarışta bana destek olan oğlum Cenk’e yine ayrı bir teşekkür ediyorum. Annem, babam kardeşlerim de pozitif mesajlarıyla destek oldular. Rotafilo yine tisört ve bandana sponsorumuz olarak, WUP beslenme sponsorumuz olarak bu gurura ortak oldu. Aykut yine her soruma cevap verdi. Süpriz şekilde destekçim olan Osman kararlı duruşu ve pozitif mesajları ile yarışta hep yanımdaydı ve Hilmi ile bize süper bir destek sağladı. Osman 38 saat ayakta kalarak kendini test etmiş olabilir ve en büyük teşekkürü hakediyor Cenk ile beraber. Yine yarıştan önce tüm "başarılar" dileklerini ileten arkadaşlarım ve tanıdıklarıma ayrıca teşekkür ederim. Yarış organizatorlerinin Türk Takımına özen göstermesini de hiç  unutmayacağım. Destekçilerimiz de dahil takım olarak yediğimiz yemeklerde ve otelde ettiğimiz muhabbetleri eminim hepimiz özleyeceğiz. Çok güzel bir takım ruhu yaşadık hem yarış öncesi hem de sonrası. 

 Spartathlon'a bu sene katılma şansım olursa yarış içinde daha iyi beslenmem ve kendimi daha fazla zorlamam gerektiğini biliyorum. Ama yarışa hazırlanma süreci uzun olduğundan kaliteli uyku ve  kaliteli antrenman daha da önemli. Kuvvet antrenmanlarını da ihmal etmeden hazırlanabilirsem belki en iyi derecemi yapabilirim. Ama bunlar olmasa da Schopenhauer'a göre "Doruk noktası neşe olan tam sağlığın o yüksek derecesini korumak için yapılacaklardan biri de her gün en az iki saat açık havada hızlı hızlı hareket etmektir." ki bu cümle zaten koşmak için en önemli nedenlerimden biri. Bundan dolayı herkesin sağlığı el verdiğince koşmasını veya hızlı hızlı hareket etmesini diliyorum.

Spartathlon Yarışının Strava Linki


 

Yarış bitişi acılar içinde shuffling yaparken 


Yarışta tanıştığım Dietmar Goebel ile, ben ve Aykut.


Geçen seneki  yarışta tanıştığım Marko Femc ile bu sene de koşabildik. 

 

Yarışta yokuşları koşan, kalfleri ne öyle ya dediğimiz Japon Minoru Onozuka ile. 


Amerikalı Bob Hearn'ün dağıttı Spartan Mile davetiyesi
 
Koşarken çektiğim tek fotoğraf Hilmi ile




16 Aralık 2022 Cuma

Spartathlon 2022 Yarış Raporu

Spartathlon'u bitirme anı
Fotoğraf Sparta Photography Club - Leonidas'ın heykeli ve Spartathlon'un bitişi.
Koşmayacağınızı düşündüğünüz bir yarışın raporunu nasıl yazarsınız? Spartathlon benim için işte öyle bir yarıştı. Öyle ki geçen sene, 11 yaşından beri sıra arkadaşım Aykut Çelikbaş’a destek ekibi olarak Spartathlon’a gittiğimde, yarışın geçtiği yollara, koşucu gözüyle bakmamıştım. Oysa böyle bir amacım vardı ve 2020’deki Spartathlon kurasına  katılmış fakat piyango bana vurmamıştı. Ona rağmen herkesi kendisine defalarca çeken bu yarışın rotasını kafama kazımayı akıl etmemiştim. Yarış benim için hala öyle bir uzak noktadaydı.

Spartathlon’u kısaca anlatmak gerekirse, Yunanistan’ın Atina şehrinden başlayıp Sparta şehrinde sona eren 246 km’lik bir yol yarışı. Yarışta 75 kontrol noktası (CP) var ve her birinin arasını belli bir zaman aralığında almanız lazım. Yarışın çıkışı tarihçi Herodot'un yazdığına göre Perslerin Atina kıyılarına dayanması nedeniyle Milattan önce 490 yılında, Atinalıların Pheidippides'i Sparta şehrine gönderip Sparta Kralı Leonidas'tan yardım istemesine dayanıyor. Pheidippides gün ağarırken yola çıkıp ertesi gün güneş batmadan Sparta'ya ulaşıp mesajı iletiyor. 1982 yılında İngiliz Subay John Foden Yunan tarihi okurken bu kısımdan etkilenip Oxford Üniversitesi’nden tarihçilerle olması gereken rotayı çıkartıp arkadaşları ile deneme koşusu yapıyor. Bu koşudan sonra artık Spartathlon, farklı ülkelerden gelen yaklaşık 400 üst düzey koşucunun Atina'dan Sparta'ya 246 km’yi 36 saat içinde koştuğu ve Heredot'un doğruluğunu kanıtlayan bir yarış oluyor. Yarışın detayı için Aykut'un bu yazısını okuyabilirsiniz.

Sparathlon 75 adet kontrol noktası (CP) içeriyor

2022 yılında tekrar Spartathlon kurasına başvurdum fakat yarışın Mart ayındaki kurasında ismim ana listede gene çıkmamış ve yedeklere kalmıştım. Sanırım yedeklerde 41inciydim ve yedek listesinde de oldukça geride kalınca bu sene de pek şansım olmadığını düşündüm. Yedeklerden ana listeye geçip geçemediğimi Mayıs sonu veya Haziran gibi öğrenecektim. Sinirim gerçekten çok bozulmuştu. İlk başvurumda çıkmadığı için ikincide ismim iki kez yazılmıştı ve çok umutlanmıştım.

İki kez yazılmasına rağmen yarışta yer alamayacağıma ise inanmak istemiyor ve organizatörler belki bir hata yapmıştır diye saçma bir şekilde umutlanıyordum. Bazen düşününce 246 km'lik bir yarışa katılamayacağım için sinirimin bozulması komik geliyordu. İnsan kesinlikle çok acı çekeceğini bildiği bir yarışa katılamayacağını öğrenince sevineceği yerde niye sinirlenir ki? Ama işte kazın ayağı öyle değil. Spartathlon ultra dünyasında başka bir düzey ve yarış sonrası olan o rahatlama ve bitirmenin mutluluğu tarifsiz, bundan dolayı katılmak için çok çabalıyorsunuz.

Kura çıkmadığına göre Haziran’a kadar antrenmanlarımı 24 saat içinde koştuğum 203 km’yi daha da ileri taşımak için yapmaya karar verdim. Mümkün olduğu kadar haftalık koşu mesafemi sakatlanmadan arttırmaya çalıştım. Bu da yine genelde haftada 6-7 gün sabahları 5.00-5.30 arasında koşmaya başlamak demekti. Daha disiplinli olmak için hayatınızda bazı şeylerden ödün vermeniz gerekiyor. Herkesin yaşamında ödün vermesi gereken şeyler farklı.  

Fotoğraf Mehmet Erkul - Barcelona 24 saat yarışında
 Veeeee bingo....! 26 Mayıs’ta yarışın ana listesine geçtiğimi öğrendim. Hemen yakın arkadaşlarımı arayıp sanki piyangodan büyük ikramiye kazanmış gibi haber verdim. Bundan sonra antrenmanları Spartathlon’a göre yapacaktım. Yazın tatilde bile sabahın beşinde kalkmak ve bunu haftanın her günü yapmak için yarışı bitirmeyi gerçekten istemek lazımdı. Tabii bu yarışa hazırlanmak için en az 4 ay istikrarlı bir şekilde bu tempoya ayak uydurmam gerekiyordu. Bunun yanında bir de sakatlanmamak şarttı ki buna ayrı bir çaba sarfettim. Örneğin yeğenlerimle denizde boğuşurken bir anda aklıma yarış geliyor ve napıyorum ben diyerek bırakıyordum. Geçen sene Hilmi Güven’in “Yarışa kadar ben merdivenleri bile çok dikkatli iniyordum“ demesini hatırlıyordum.

Hazırlık Dönemi

Daha önce yarışa katılanların yazdığı kadarıyla yarışın başlama noktasına gelmek bile büyük bir başarıydı. Çünkü aslında yarışın kurasına girdiğiniz Ocak ayında yarışa hazırlanmaya başlıyorsunuz ve bu uzun periyodu iyi değerlendirip, sakatlanmadan başlangıca gelmek gerekiyor. Her zaman oğluma söylediğim cümle geçerliydi. Bir şeyi ne kadar istediğin, o şey için ne kadar acı çekmeye hazır olduğunla ilgilidir.

Haziran başına kadar yarışla ilgilenmedim fakat asıl listeye ismim yazılınca hemen Aykut’a yarış ile ilgili izleyebileceğim videoları ve yarış raporlarını sordum. Aykut’un yarış raporlarını yeniden okumak beni daha çok heyecanlandırdı. Videoları ise genelde core antrenmanlarım sırasında izliyor ve çok iyi motive oluyordum. Amerikalı TheFruitarian takma adlı Michael Arnstein’ın çektiği bu videoları çok sevdim. Michaelın 2012’de yarışı koşarken, Spartathlon’un, Amerika’daki Ölüm Vadisi’nde (Death Valley) koşulan Badwater’dan bile sıcak olduğunu söylemesi beni korkutuyordu. Michael’ın 2.30 Maraton derecesi vardı ve 2011’de Desert Solstice 100 Mil/160 km yarışını 13.46’da bitirmesine rağmen 2011’de Spartathlon’u bitirememişti. Yani çok hızlı olması bile yarışı bitirmesine yetmemişti. Yarış raporlarında bu gibi başka örnekleri okudukça yarıştan gitgide daha fazla çekinir olmuştum. 

Bunun yanında Spartathlon rekorlarının sahibi Yiannis Kouros’un videoları benim üzerimde özellikle motivasyon açısından çok etkili oldu. Tabii “Prince of Pacing” yani Türkçe “Temponun Prensi” lakaplı Bob Hearn’ün yarış raporlarındaki tecrübeleri de kafama kazındı. Diğer yanda başka ülkelerden gelen yarışçılar nemli ve sıcak havaya uyum sağlamak için saunada kalarak vücutlarını hazırlıyorlardı. Sıcakta performansımın kötü etkilendiğini, 2021 Kapadokya yarışı ile önceki Kapadokya yarışlarını kıyaslayarak tecrübe etmiştim ama Spartathlon için 34-38 derecedeki sıcak ve nemli havaya hazırlanacağım ortam ne yazık ki yoktu.

David ile Üsküdar koşumuzdan

Temmuz ayının başında işten arkadaşım David Salvatori’nin vefat haberini aldım. Ödüllü bir su altı fotoğrafçısı da olan David, bir dalış sonrası vefat etmişti. Kendisi ile Kenya’daki Safaricom Maraton’unda koşmuş sonra İstanbul ziyaretinde de Üsküdar’da beraber koşmuştuk. Covid zamanında sıklıkla hedefler ile ilgili konuştuğumuz için bir anda şaşkına dönmüştüm. Kendisi bu sene New York Maraton’unu koşacaktı ve 51 yaşında ilk kez 1.23 yarı maraton koşarak bana da ilham veriyordu. Hedefim olan Spartathlon’u onunla da konuşmuştuk. Her an bu yaşamdan kopabileceğimiz gerçeği ile bu yarışı bitirirsem kendisinin anısına ithaf etmek istedim. 

 Koşu açısından oldukça iyi bir Temmuz ayı bitmişti ve Ağustos ayı benim için önemli bir aydı çünkü dört kardeş bir araya gelecektik. Bu 15 günlük sürede her ne kadar işbaşında olsam da akşamları onları bırakıp erken yatmak veya geç yatıp erken kalkmak zorlu olacaktı. 7 Ağustos’ta, ailem ile buluştuğumun üçüncü günü, COVID-19 olduğum ortaya çıktı. Bu kadar uzun zaman hastalıktan yırttığımı düşünürken şimdi hasta olmayı kendime bir türlü yediremedim. O kadar dikkate rağmen nasıl kaptım diye bir süre kendimle kavga etsem de 3 gün sonra yeniden koşulara başlamış durumdaydım. Sakatlanmamak için tempo antrenmanı yapmadığımdan dolayı performansımın düşüp düşmediğini sadece yarışta anlayacaktım. Ama hastalığı ayakta atlattığımı kendime anlatarak bu defteri kapattım. Core antrenmanları bu dönemde ne yazık ki yeterince yapamadım. İş ve aile derken böyle ortamlarda çıkıntı bir tip olmayı bir yere kadar idare edebildim. Hayat her zamanki gibi tercihler meselesiydi. 

Vegas'ta gün ağırırken koştuğum yollarda çektiğim bir fotoğraf
Benim için ne kadar disiplinli olduğumun gerçek sınavı, şirketimin Las Vegas’taki yeni finansal yıl organizasyonuydu. Uçak biletlerimi bile sabah koşmaya ve dönüşte de öğleden sonra koşacak şekilde almıştım. Çok sevdiğim DJ Tiesto’nun havuz partisine katılmayı dahi reddetmiştim ki eski Budak olsa nasıl bir aptalsın sen öyle der. Vegas’ta ilk iki gün sabah 05.30’da koşmaya başlayarak antrenmalarımı yaptım. Fakat ikinci günün gecesi 02.30’lara kadar içilen içki ve dans neticesinde üçüncü günün sabahı gurur duyduğum Alman disiplinim hikaye olmuştu. Fakat akşam şirketimizin düzenlediği ve Pink’in konser vereceği etkinliğe katılmak yerine kendimi koşu bandına atmayı başardım ve uzun zamandır koşu bandında koşmadığım kadar, 19 km koştum. Artık sadece yarın sabah uçuştan önce 07.15’e kadar koşmam gereken yarı maraton kalmıştı ve onu da başardım. Böylece jet lag filan dinlemeden o hafta her gün aksatmadan koştum. Haftalık hedeflerimi tutturmak yarışlardan önce benim için her zaman büyük moral oldu.

Artık Eylül ayına girmiştik ve koşuları azaltmaya başlamadan önceki 15 günü iyi değerlendirmem lazımdı. MCR RaceSetter’ın Eker Gıda A.Ş. adına organize ettiği Uludağ Eker Run Maraton parkurunu Caner Odabaşoğlu’nun davetiyle Aykut ile koşmaya gittik. Her ne kadar quadlarımı biraz zorlasam da Spartathlon öncesi merak ettiğim bu parkuru koşmak, yarıştaki yokuş aşağıları hızlı koşmam için iyi bir antrenman olacaktı. Tapering dönemine girdiğimde ise core antremanları aksatmayacağıma seviniyor, antrenman sırasında yarış videolarını izledikçe heyecanım daha da artıyordu. 

Kapadokya Ultra 2021 Mehmet Erkul ile

Yarışa bir ay kala halen yakın arkadaşım Mehmet Erkul’a vize başvurusu yapması için ısrar ediyordum. Mehmet ise hiç umut vermedi ve gelmem çok zor, gelirsem süpriz olur sen desteksiz yarışacak şekilde hazırlan demişti. Spartathlon gibi  ultramarathonlarda destek verecek kişinin de 100km üstü koşmuş birisi olması önemli. Mehmet de ultramarathon koşuyordu ve en son benim ısrarımla Kapadokya Ultra Trail 120K’yı bitirmişti. Mehmet’in gelemeyeceğini varsayarak yarışta desteksiz koşacak şekilde "drop bag" planlamasını Aykut’a da danışarak yaptım. CP planlamasında dikkat edilmesi gereken ana istasyonlara gerekli helva, WUP Jel, bant ve vazelin koymaktı. Varılacak saatlere göre ise rüzgarlık, tişört, reflektör ve kafa lambasını koymak gerekiyordu. Soğuk tutucu çanta ile korumayı planladığım Eker ayranlarımı ise 80 km ve 210 km’deki yardım istasyonuna göre dağıtmayı planlamıştım. Sürgülü poşetlere CP numarası ve km’sini yazıp hazırladım. Ta ki Mehmet Yunanistan’dan vize için olumlu haber alana dek. Artık tek gereken Eker ayranlı bavulumun Yunanistan’a benimle beraber ulaşabilmesiydi. Ayran’ı İznik Ultra yarışlarında test etmiş ve midemi toparladığını hissetmiştim. Yarışlarda midenize neyin iyi geldiğini deneyerek keşfetmeniz lazım.

Atina

Atina’ya uçarken halen kendimi zihnen yarışa hazırlamaya çalışıyordum. Dokunduğu her insana kendinden bir şeyler katan Spartathlon’u bitirip ben de başka bir dünyaya adım atabilecek miydim? Zayıf yönlerimi saklayıp güçlü olduğum taraflara ağırlık verebilecek miydim? Bu gibi düşüncelerle Atina’ya ulaştıktan sonra mini bir olimpiyat köyü olan otelimize yerleştik. Aykut gibi birçok kez koşan kişilerle beraber değişik ülkelerin takımları ile aynı otelde kalmak ve bu sefer koşacak olmak çok heyecan vericiydi. Kerem Yaman’ın tasarladığı Türkiye takım tişörtleri yine harikaydı ve diğer ülkelerin koşucuları her seneki gibi Türk takımının tişörtlerini çok beğendiklerini söylüyorlardı. Bu sene yarışa hem 5 kişi katılarak hem de Spartathlon’un 40’ıncı yılının anısına olan tişörtlerimiz ve bandanalarımız ile Türkiye’nin tanıtımını çok güzel yaptığımızı düşünüyorum. Aramızda Aykut, Mert Derman ve Hilmi Güven gibi önceden bitirenlerin yanında Vesile Yılmaz Anatça, yarışa katılabilen ilk Türk kadın olarak yer alıyordu.

Fotoğraf Başak Gürbüz Derman - Sırası ile ben, Aykut Çelikbaş, Vesile Yılmaz Anatça, Mert Derman, Hilmi Güven

İlk gün odada dinlenirken hatırladığım, 24 saat koşu yarışı rekortmeni  Alexandr Sorokin’nin, Avrupa 24 Saat Koşu Yarışı’ndan önceki röportajında söylediği şu kısımdı. “Yarışlardan önceki 10 günden nefret ediyorum çünkü panik oluyorum, kabuslar görüyorum fakat bu normal ve sınav öncesine benziyor” demesi, öyle bir koşucunun bile ne kadar heyecanlandığını göstermişti ve yarış öncesi beni motive etti.

Otelde Aykut, Vesile ve Hilmi ile birlikte yarış hakkında bolca konuşma fırsatımız oldu. Ben kafamda yarışı 80 km’lik dilimlere bölerek düşünüyordum çünkü arka arkaya altı tane maraton koşacaksın diye düşününce insan bir an titriyordu. Barcelona’daki 24 saat yarışında 203 km koşmama rağmen o yarıştan önce, asıl hedef yarışım olmadığından, bu kadar heyecanlanmamıştım doğrusu. O yarışın ve koşuya nasıl başladığımın yazısını da yakında paylaşacağım.  

Yarışın iki gün öncesine gelince, Aykut ile gittiğimiz kit dağıtım yerinde Kanada’dan katılan tek koşucu Etienne Durocher ile tanıştık. Kendisi ile biraz muhabetten ettikten sonra Aykut’un organizasyondaki arkadaşları ile fotoğraf çektirdık. Yarış kitlerimizi ve GPS cihazımızı aldık. GPS cihazı ile hem organizasyon hem de sevenleriniz sizi takip edebiliyor ve nerede olduğunuz bilgisine kolayca ulaşabiliyor. Çoğu ultramarathonda olmayan bence güzel bir özellik. Otelin bahçesinde karşılaştığımız Amerika takımından Andrei Nana’ya nasıl bir yarış beklediğini sorduğumuzda, hiyi hazırlanamadığını fakat bir samuray gibi zihinsel gücü ile yarışı bitirmeye çalışacağını belirtti. Anlattığına hikayeye göre Her ne kadar günümüzde Samuraylar olmasa da 1980’lerde Zen hocası Samuray öğrencisine artık onu eğitmeyeceğinden bahseder. Öğrenci hocasına kendisini kanıtlamak için bir şans daha vermesini söyler. Zen hocası kendisine Spartathlon yarışına katılmasını ve bitirebilirse eğitimine devam edeceğini söyler. Öğrenci yeterli antrenman yapamamasına rağmen yarışı zihinsel acıdan güçlü olduğu için bitirir ve eğitimine devam eder.” Andrei bu hikayeden dolayı Spartathlon’un Japonya’da çok popüler olduğundan bahsetti. Bu arada Andrei, yarışı 35 saat 47 dakikada bitirerek 9’uncu kez Spartathlet oldu.

Tam otele dönecekken bu sefer yine Amerikan takımından, benim Phoenix’teki 12 saat yarışında tanıştığım, Marisa Lizak ile karşılaştık. Kendisi üçüncü kez yarışa katılacaktı. 2019’da Marisa ile tanıştığımda kendisi henüz Spartathlon’a katılmamış ama Atina Maraton’unu koşup ertesi hafta İstanbul Maraton’unu koştuğundan bahsetmişti. Tabii ben o sırada kendisinin ne kadar iyi bir koşucu olduğunu anlayamamıştım. Marisa artık 48 saat Amerika rekorunun sahibi. Marisa ve destekçileri ile otel lobisinde oturup biraz muhabbet ettik. Sonrasında ise Bob Hearn ile karşılaştık. Kendisi bize Spartan Mile yarış davetiyelerimizi verdi.

Yarıştan Önceki Gün

Perşembe günü yarış ile ilgili Aykut’u dinleyerek aldığım notları otelde bir kez daha okuyordum. İstanbul’da ikinci defa okumadım ama yarışa bir gün kala tutuşup iki üç kez okudum. Hatta Aykut sınavdan önceki gün ders çalışanlar gibisin bakalım ne kadar işe yarayacak diye güldü. Aklımda tutmaya çalıştığım kilometreler, ne zaman yokuşların başlayıp, ne zaman yokuş aşağı veya düzlük olduğu idi. Kendimi zihinsel olarak hazırlamaya çalışıyordum. Bu sırada yardım istasyonlarının kapanma saatlerini ve eğer Mehmet gelemezse hangi istasyona ne eşya bıraktığımı bir yere yazmadığımı hatırladım. Hemen küçük kağıtlara onları yazıp, sudan parçalanmasın diye bantlayıp cep telefonumun arkasına koydum. Sonrasında numara taşıyıcıyı hazırlama ve zaman çipini ayakkabıya geçirmeyi halettim.

Destekçiniz olsa bile torbaları ana istasyonlara bırakmak ayrı bir tedbir

Yarışı Hoka One One Clifton 8 ve içindeki özel tabanlığımla koşacaktım. 2018 İznik 140K yarışından sonra düz taban oluşumdan dolayı sol ayağım üzerine binen yük bileğimde yarış boyunca ağrı yapmış, çözümü ancak tabanlık ile yükü dengelemeye çalışmak ile bulmuştuk. Her ne kadar ayakkabı daha ağır hale gelse de ultramaratonlar için bana lazımdı. Yatakta bir 10 dakikalık meditasyon ile hazırlığımı tamamladım. Artık tek eksik yardım istasyonlarına bırakmak için hazırladığımız torbaları (Drop bag) gidip yarış organizasyonuna teslim etmekti. Takım halinde oraya gittik. 75 istasyonun sadece 9 tanesine torba bıraktım.

Otele döndüğümüzde biraz dinlenip akşam yemeğine geçtik. Yarışa az zaman kaldığı için günlerdir açmış gibi yemek yedim. Artık yatma vakti gelmişti. Aklımdan hala, istasyonlar arası zaman limitleri bu kadar sıkı olmasa ben herhalde bu kadar heyecanlanmam diye geçiriyordum. Sabah 4.30’a telefon saatini kurup yattık. 4 saatlik bir uyku sonrası sabah kahvaltıda Aykut, ben, Hilmi ve Vesile otururken aklıma kahvaltı sırasındakilerin “kurbanlık koyun gibi gözüktükleri” cümlesi geldi. Kim söylemişti bunu acaba diye sorduğumda, Aykut kendisinin raporunda yazdığını söyleyince gülüştük. Gerçekten herkesin yüzünde heyecan ve korku karışımı bir ifade vardı.

Yarış Günü

Yarış için Aykut’un önerdiği plan ilk 80 km’yi 8.15-8.30 arası koşarak sıcakta kendimi tüketmeden rahat bir  şekilde gelmem şeklindeydi. Sonrasında zaman limitinin ne kadar kaldığına bakarak hızlanmaya veya aynı tempoda gitmeye kendim karar verecektim. Mehmet ile hangi istasyona kaç dakika arasında gelmeyi hedeflediğimi paylaşmıştım. Sabah 06.25 gibi Akropolis’te olduk. Yarışçı ve destekçi kalabalığından Hilmi ve Vesile’yi ancak bir süre sonra bulabildik ama Mert yoktu ve muhtemelen arkalardaydı. Fotoğraf çekilip Bob ve Marisa ile birbirimize başarılar diledik. Herkesin birbirine söylediği klasik cümle “Sparta’da görüşürüz”dü. Bunu destekçiyken az duymadım, şimdi söyleme sırası bendeydi. 

 Mehmet ve Aykut ile yarış sabahı başlangıç alanında

Yarış geri sayımla başladıktan sonra bir süre Vesile ile beraber koştuk. Herkes hızlı başladığı için arada saatime bakıp kendimi yavaşlattım fakat asfalta çıktıktan bir süre sonra tramvay geçeceğinden yol kapandı. Burada İngiliz James Adams’ın yarış raporunda yazdığı “20-30 saniye için tramvayın altında kalmaya değer mi? Aslında bazen o 20 saniye....” cümlesi aklıma geldi ve Vesile’ye anlatıp güldüm.

Daha yarışın başındaydık ama ışıklarda bekleyenler, kaldırımda yürüyenler alkışlayarak ve bazıları arabalardan kornalarına basarak bizi yüreklendiriyordu. Öğrendiğime göre yarışa katılarak Yunanlıların tarihini onurlandırdığımız için yarışı koşanlara saygıları çok fazla.

Henüz yarı maraton bile bitmemişti. Aykut ve Hilmi’nin önümde olduğunu biliyor ama Vesile ve Mert nerede bilemiyordum. Deniz kenarına gelmeden önce bir viyadükten geçerken bizi bekleyen okul öğrencileriyle çak bir beşlik yaptık. Son öğrenci sağ olsun iyi bir patlattı elime beni de bir anda gülme tuttu. Ben de olsam aynısını yapardım diye düşündüm.

Fotoğraf Sparta Photography Club

Buradaki istasyonlarda duyduğum kelime “Kalimera” ve ben de teşekkürler anlamına geldiğini tahmin ettiğim için durmadan Kalimera diyordum. Destekçilere izin verilen ilk istasyon olan CP 12, 44. km’ye 11 civarı geldiğimde hava iyiden iyiye ısınmış ve öğle sıcağı kendini göstermeye başlamıştı. Bugüne kadar hiçbir yarışta takmadığım şapka, boynuma içi buz dolu bez ve kollukları giydim. Ayranla kola içip birkaç da foto çektirip hemen yola koyuldum. Buraya kadar her şey halen iyiydi sıcak dışında. Felaket bir sıcak başlamıştı. Temmuzda İstanbul’da yağmur yağdığı için bu sene Spartathlon sıcak olmayacak diye tahmin ediyordum ama tam da gazetelerde sıcak havalarda hep çıkan, asfalta yumurta kır, pişir sıcağı vardı. Neyse ki biz deniz kenarındaydık ve çok güzel manzaralar eşliğinde koşuyorduk. Koşarken denize uzun süre bakabilirseniz insanı rahatlatıcı etkisi olduğu kesin.

Fotoğraf Sparta Photgraphy Club - Boynuma taktığım bezin içine dahi buz koydum ama nafile

İlk maratondan sonra her istasyonda durup kesinlikle kafama, boynuma ve kolluklarımın içine buz koyuyordum. Sıcağın etkisini azaltmak kaybedilecek iki veya üç dakikadan daha önemliydi çünkü ilk 80 km’de yıpranmamak istiyordum. Bir süre sonra rafinerilerin bulunduğu yolda koşmaya başladık. Burada çok kötü bir kokudan bahsedildiğini çok duydum ama beni fazla etkilemedi. Ara ara olan yokuşların çoğunda çok hızlı yürüyordum. Hatta bazen kendi kendime yeterince acı çekmiyorum, böyle bitmez bence bu yarış derken hemen aklıma ilk 80K’yı hızlı koşup sıcaktan bırakmak zorunda kalanlar geliyordu. Tabii yokuşlarda yanınızdan koşup geçenlerin sizi hata mı yapıyorum acaba diye düşündürmesi de ayrı kafama takılıyordu.  77.5 km, Corinth Canal'ına geldiğimde ise burada fotoğraf çekmek istedim fakat telefonum torba içinde olduğundan vazgeçtim. Onun yerine kanala bakarak burada koştuğum için ne kadar şanslı olduğumu kendime hatırlatarak orayı geçtim.

Mehmet Corinth Canal'ı pas geçmeden fotoğraflamış

Buradan sonra büyük istasyonlardan biri olan Hellas Can’e, CP22, 80. km'ye gelecektik. Yokuşta Magnus Thorud ile karşılaştım. Magnus ile Instagram’da geçen seneki yarıştan sonra tanışmıştım ve daha dün akşam yemeğinde ona kaçıncı kez koşacağını sormuştum. İkinci kez katıldığını ama birincisi ile aynı heyecanı yaşadığını söyledi. Ona göre bu heyecanın nedeni ikinci kez bitirmenin zorluğuydu. Yokuş çıkışı esnasında katıldığı 24 saat yarışını neden bıraktığını anlamadığımı sordum. Kendisini iyi hissetmediği için bıraktığını ama yeniden katılmayı düşündüğünden bahsetti. Biraz kendi 24 saat tecrübemden bahsettikten sonra CP22'ye gelmek üzere olduğumu farkedip ondan ayrıldım. Mehmet beni karşıladı ve ayırdığı alana götürdü. Bana ayırdığı sandalyeye bir Hintli oturmuştu ve benim de oturan kişi ile konuşacağım tuttu. Kendisine buraya kadar bu zaman diliminde geldiği için bitirme şansının çok yüksek olduğundan ama sakın bırakmaması gerektiğinden bahsettim çünkü kendisini ailesine sızlanırken duymuştum. Bana inanmakta zorluk çekiyordu. (Sanki kendim bitirmiş gibi konuşmam ona da garip gelmiştir). Dinlendikten sonra kendisini iyi hissedeceği için mutlaka bitirebileceğini söyledim. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - Hellas Can 79.8 km CP 22'ye girerken

Mehmet benim oturmamı istiyordu fakat çoğu yarışta oturmadığım için sadece Eker ayranı ve kolamı istedim. Ben onları içerken Mehmet istasyondan aldığı makarnanın üstüne yoğurt koyacakken yoğurtu tadıp, tatlı olduğundan vazgeçti. Ben de yine, şapka, ense, kolluklar ve mataraya buzlarımı koyup makarna ile yürümeye koyuldum. Yolda önümden giden İtalyan dikkatimi çekti. Numarasının yanında Carmelo yazıyordu ve bizim şirkette de aynı isimde bir mühendis vardı, derken sohbete başladık ve kendisinin sanırım dokuzuncu kez katıldığını öğrendim. Altı tanesini bitirmişti ve genelde yavaş gidip 35 saatin üzerinde bitirdiğinden bahsetti. Bu esnada makarnanın midemi bulandırdığını farkettim. Alışılmadık bir şekilde midem normal yemeği kaldırmıyordu. Yediğim kadarını çıkarıp elimde kalanını ise atmak zorunda kaldım. Bu arada Vesile de bize yetişmiş beraber koşuyorduk. 80K’ya hedeflediğim aralıkta, 8.27’de gelmiştim. Bu moralle yarış benim için çok zevkli bir hal aldı.

80-160 KM

Bu mutluluk sarhoşluğuyla önde yakaladıklarımla konuşmaya başladım. Tomas isimli ince uzun gencin yanına yaklaşıp kaçıncı kez yarıştığını ve Alman olup olmadığını sordum. Çek Cumhuriyeti'nden olduğunu ve en genç katılan Çek olduğundan bahsetti. 31 yaşındaydı. Biraz 24 Saat yarışlarından ve yarışla ilgili konuşup ondan da ayrıldım. Çok terlediğimden ilk kez bir tuz hapı kullandım. Bu yarışta bir tane tuz hapı içtiğimi şimdi yazarken farkediyorum. Bir süre sonra önümdeki Ruben Dario’ya yetişip onun Meksika’dan katıldığını öğrendim. Geçen sene karısı katılmıştı ve bu sene kendisi katılıyordu. Karısı destek ekibinde yer alıyordu. Ne şanslı bir çiftsiniz dedim. Ruben 2010’dan beri ultra koşuyordu ve üçüncü kez bitiriyor olacaktı. Ruben’den ayrıldıktan bir süre sonra önümdeki Slovenya’dan katılan Marko Femc ile tanıştım. Marko havanın 37 derece olduğunu ve sıcaktan bayılmazsa bitireceğini söyledi. Konu yine 24 saat yarışlarına gelince de Slovenya’daki 24 saat yarışının çok güzel bir yerde gerçekleştiğini, pistinin 1km’lik olduğunu ve mutlaka orada yarışmamı önerdi. Kimbilir belki bir gün diyerek ona da veda ettim. 

Kendi tempomun yavaşladığını hissedersem konuştuğum kişiden ayrılma gereği duyuyordum. Yanımdakinin sağlık probleminden dolayı bana ihtiyacı olmadığı sürece herkes kendi yarışını koşacaktı. Burada yardım istasyonların birinde Kalimera’nın teşekkürler değil günaydın demek olduğunu öğrendim. Akşama kadar herkese yardım istasyonlarında günaydın deyip durduğum için kendime güldüm. Efcharistó teşekkürler demekti. İstasyondan çıktından sonra bu sefer Munish Dev adında Hindistan’dan katılan bir insan kaynakları müdürü ile koşmaya başladım. Kendisi de Delhi’deki bir 24 Saat yarışında 207 km koşmuştu. Çalıştığım işyerindeki müdürüm de Hintli olduğu için uzun uzun başka konulardan da muhabbet ederek bir 20 dakika kadar beraber koştuktan sonra CP26, 92.5 km'de ayrıldık. 

Fotoğraf Mehmet Erkul- Hindistan'dan katılan Munish ile CP26'ya girerken. 

İleride başka bir koşucunun, bir kadın ve adama yanaşıp bir şey alıp verdiklerini gördüm. Yarışta yoldan ve müsade edilen CP’ler dışında destek almak yasak olduğundan, napıyor bunlar böyle derken yanlarına geldiğimde farkettim ki bunlar imza isteyen öğrenciler. Ben de imzamı atıp koşmaya devam ettim. Bu yarışı değişik kılan kısımlardan biri de bence bu imza isteyen öğrenciler. Birazdan CP29’a (102K) gelmek üzereydim. İznik 160K yarışı harici, en azından yarışların son yarısında müzik dinlerim ama bu yarışta yasak olduğu için dinleyemiyordum. Aykut’un ilk Spartathlon raporundan yazdığı niye aklıma daha çok sevdiğim şarkılar gelmiyordu” yorumu benim için de geçerliydi. Nerden aklıma geldiyse yıllardır dinlemediğim Groove Armada’nın "I See You Baby" şarkısı ağzıma takıldı. Mehmet’e bağırarak I see you baby, shakin that ass, shakin that ass, shakin that ass” diyerek istasyona geldim. Saat 18.06 olmuştu. Neredeyse 12 saattir koşuyordum. Her ne kadar plandığım gibi 20-30 dakikada bir jel veya bar yiyemesem de kendimi çok iyi hissediyordum. Sanki eskisi gibi dans pistinde dans edip hiç durmak istemeyen Budak şimdi bu yarışta vücut bulmuştu. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - CP29'da ayranlı ağzımla bomba gibiyim pozu

  Ayran içerken Aykut’un da istasyonda olduğunu görüp biraz şaşırsam da neden olduğunu tahmin etmekte zorlanmadım. Bana ben çıkıyorum sen gelirsin deyip gitti. Onun gibi mide problemi yaşamadığım için çok şanslıydım
. Bir süre sonra Aykut’un yanına geldim ve onunla beraber bir yarış koşacağımızdan çok sevinçliydim. Bu sevincim Aykut’un yol kenarındaki yağmur ızgarasına bir su hortumu gibi kusması ile çok çabuk son buldu. Belki 300 metre bile gitmemiştik ki bana kendi tempomla gitmemi çünkü ileride benim neler yaşayacağımı bilmediğimi söyledi. Biraz kalmak için ısrar etsem de tecrübesinden dolayı tavsiyesine uyup bir sonraki büyük istasyon CP32/112K Halkeon’a doğru yol aldım.  

Yavaştan hava kararmaya başlamıştı ve bu yolda yokuşların olduğunu bildiğim için hızımı ona göre ayarlayıp istasyona vardım.  Burada üç problem ile birden karşılaştım. Zaman ölçüm çipi sağ bileğime baskı uygulayıp orayı bir güzel şişirmişti ve sağlam ağrıtmaya başlamıştı. Hemen onu bantlayarak acıyı hafiflettim. Suunto saatimim şarjı yüzde 17 olduğu için şarj edeceğim kalem şarjı bulamamıştık. Ultralarda koşucular gereksiz ağırlık almamaya dikkat eder ama ben Mehmet’e yedek olarak getirdiğim büyük taşınabilir şarjı yanıma almak zorunda kalacaktım. Bu sırada şarj kablosunu takarken saatimin kayışının kopmak üzere olduğunu gördüm. Bir Leukotape bantta kayışa yapıştırıp yola çıkacak hale geldim.

Fotoğraf Sparta Photgraphy Club - Arkamda Aykut ile. CP 29 çıkışı az da olsa beraber koştuk.
Yarıştan önceki günde yarışı tekrar etmem işe yarıyordu. Her okuduktan sonra yine yarışı bitirdim bak diye Aykut’a espiri yaptığım aklıma geldi. Hatırladığım kadarıyla inişli çıkışlı yolları bitirdikten sonra CP 35 Ancient Nemea’ya gelecektim. 21.15 gibi gelmiş olmam lazım dediğim İstasyona 21.07’de girip Mehmet’in gösterdiği sandalyeye oturdum. Mehmet’e beni sakın oturtma demiştim ama anladığım kadarı ile kendisi bana sandalye ayırmış ve bunu değerlendirmemi istiyordu. Marketlerde pişirilmiş halde poşette satılan Yayla marka çorbaları 24 saat yarışında da kullanmıştık ve pratik oluşundan faydalanıyorduk. Mehmet’in verdiği çorbayı hemen içip 160. kilometrede çıkacağımız dağa yaklaşmak için sabırsızlanıyordum. Daha 122km gidebilmiştik ama ilginç bir şekilde hiç  önümde koşacağım bir 124km daha var diye düşünmedim. Yarıştan önce hep böyle moral bozabilecek düşüncelerin aklıma gelip benim motivasyonumu aşağı çekeceğinden çekiniyordum ama bu tip şeyler şimdiye kadar moralimi bozamamıştı. Evet bu efsanevi yarışın güzelliğini benim için hiçbir şey değiştiremeyecekti. Ben istasyondan çıkmak üzereyken Vesile geldi fakat benim sandalye hemen kapılmıştı. Kendisini Mehmet’in emin ellerine emanet edip koşmaya başladım. 

 Yokuş aşağı olan yerlerde hızlı koşmak için elimden geleni yapıp yokuş yukarıları hızlıca yürüyordum. Hızımı yokuş aşağılarda artırarak CP40-139K’ya, Malendreni istasyonuna, Mehmet diye bağırarak girdim. Gece yarısına yaklaşmamıza rağmen halen kendimi çok enerjik hissediyordum. Her vardığım büyük istasyonda Sparta’ya daha çok yaklaştığımı bildiğim için bitirme motivasyonum daha da artıyordu. Buradan çıktıktan sonra ismini hatırlayamadım bir Amerikalı ile Michael Arnstein’ın çektiği Spartathlon videoları üzerine muhabbet ettik. Kendisi New York’tan ilk kez katılıyordu. Buralarda Aykut’un 3km çıkış 3km iniş var dediğini hatırlıyorum. İnişe geçmeden önce Hollanda’dan katılan Jonathan Koutstaal ile biraz psilocybin etkileri üzerine konuşup sonra yokuş başladığı için “see you in Sparta” deyip ayrıldım. 

147.8K’daki Lyrkeia’ya ulaştığımda Mehmet’ten ıslak mendil torbamı istedim çünkü aldığım ishal önleyici ilaç bu saate kadar işe yaramıştı. En son 112. kilometrede sürdüğüm vazelinden biraz daha sürüp ayrıldım. Uzun süren koşularda kasıklar ve kollar gibi genelde sürtünen yerlerin tahriş olmasını engellemek için vazelin şart. İstasyondan ayrıldıktan bir süre sonra koşarken ismini İngilize benzettiğim birisine “Merhaba İngiliz misin dedim?” Kendisi bir süre önce konuştuğum Amerikalı olduğunu hatırlatınca beni iyi bir gülme tuttu. Daha önce önüne geçtiğim için yeniden önüme çıkacağını tahmin etmemiştim. Adını da düzgün öğrenmeyince işte böyle komik bir duruma düşmüştüm. Gülerek yanından ayrıldım. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - CP40 139.8km. Bitirmeye az kaldı sadece 106 km :)
Arada bazı koşuculara yetişip, ikinci aklıma gelen şarkı ile “I like to move it, I like to move it move it, you like to” deyip “move it" kısmını onun söylemesini bekliyordum fakat gece gece herkesin ruh hali benimkiyle aynı değildi. Ama herkes beni kırmadan gülümsüyordu. En azından o gülümsemenin o kişi üzerinde pozitif bir etki yarattığını bilerek devam ediyordum. Bacaklarım halen güçlü durumdaydı fakat bu arada sol el bileğinde, saatimin olduğu bölgede acı hissetmeye başladım. Kordonun altına bakınca, bantladığım kısmın sürtüne sürtüne bileğimi kanattığını gördüm. Bunun üzerini bantlamak gerekir diye düşünürken onun yerine kolluğumu bileğimi örtecek şekilde çözüm bulup, bunu akıl ettiğim için kendime aferin sana dedim. Böyle küçük şeylerden mutlu olmayı çok seviyorum. 
 
Bir süre sonra artık fazlalıkları boşaltma vakti gelmişti. Saatime bakıp 01.20 olduğunu kafama not aldım. Çalıklıkların arasına girip, fenerimi kapatıp, ancak azıcık eğilebilerek yük azaltma işlemimi tamamladım. Buradan bir süre sonra en az bir saat sürecek dağa çıkış yolculuğu başlamıştı. Neyse ki Avusturalya’dan Jason West ile karşılaştım. Kendisi ile katıldığımız koşu yarışları dahil bir çok konudan sohbet ettik. Jason 50 yaşındaydı ve ilk kez katılıyordu. Ona da yarışın geri kalanı ile ilgili bildiklerimi anlattım ve dağdan inişte özellikle çok dikkatli olmamız gerektiğini, çünkü taşların bilye gibi kaydığını yarış raporlarında okuduğumu söyledim. 

 160-205KM

Yarış raporlarından aklımda kalan, dağ eteğindeki “Base of Mountain” 159.4K’ya gelindiğinde ne olursa olsun dağa bakmamak yönündeydi. Baktığınız zaman dağın tepesine doğru bir sürü ilerleyen ışık göreceğiniz, bu dik ve uzun ışık yolunun gözünüzü iyicene korkutacağıydı. Jason ile muhabet ederek bana göre yarışın en zorlu yerlerinden birisini kolayca bitirmiştik. Dağın eteğine gece 02.40 civarında geldiğimde geçen sene burada esen sert rüzgarlardan eser yoktu. Hava hala en az 25 dereceydi. İstasyonda Kanadalı Etienne ile karşılaştım. Mehmet’ten tepede acaba rüzgar var mıdır diyerek rüzgarlığımı istedim ve çorbamı bitirip dağa doğru çıkmaya koyuldum. Evet dağı daha önce hiç görmemiştim ve dikliği gerçekten yıldırıcıydı. Bu yüzden birkaç kez arkaya doğru düşer gibi oldum ve ağırlığımı öne vererek kurtuldum. Etienne ile mesafemi koruyarak gitmeye çalışıyordum. Dar ve uçurum kenarında olan tek kişilik patikalardan çıkarak ilerliyorduk. Bazı yerlerde tökezlesen kendini aşağıya yuvarlanırken bulmak işten bile değildi ama tepeye sandığımdan daha çabuk tırmandım. 

Fotoğraf Sparta Photography Club - Burayı döndüğüm gibi tepeye ulaşacağım.
Tepede bir kola içip inişe koyuldum. İniş tahminimden çok ama çok daha zor oldu. Çıkarkenki hızımla sanki inerkenki hızım aynıydı. Taşlar kaydığından ve taş olmayan alan bulunmadığından zorunlu yavaşlıyorduk. Etienne biraz daha hızlı gidiyordu. Bense fenerin ışığıyla küçücük de olsa basıp hızlanmak için toprak bir alan arıyordum. Bu arayış esnasında zihinsel olarak çok yorulduğumu ve ilk kez bir inişin hemen bitmesini istediğimi hatırlıyorum. Zaman kavramın ne kadar göreceli olduğunu orada bir kez daha hissediyorsunuz. Asfalta ulaştıktan sonra halen iniş olan bir rotadaydık. Koşmama rağmen quad’larımda henüz hiçbir şey hissetmiyordum ve CP52, 170K, Nestani’ye kadar güçlü bir şekilde geldim. Yaklaşırken yine Mehmet Mehmet diye bağırdım ama kimse gelmemişti yanıma. Oradaki Yunanlı olduğunu tahmin ettiğim bazı kişiler Mehmet buradaydı şimdi gelir dediler. Fakat beklemek yerine hemen istasyondaki çorbadan içip ilerlemek istedim. Çabucak içtiğim mantar çorbası çok güzel gelince bir tane daha alıp onu içerek istasyondan çıktım. Sonradan Mehmetin beni beklerken yorgunluktan arabaya gittiğini ve orada kısa bir kestirme niyetinde iken uyuya kaldığını ögrendim, kolay değil o da nerdeyse 24 saattir ayaktaydı.

  Nestani’den sabah 04.50 gibi çıkmış olmam lazım. Şaşılacak bir şekilde uykum hiç gelmemişti. Barcelona'daki 24 saat yarışında bu saatlerde çok fazla uykumun geldiğini hatırladım ve acaba bir anda mı uyku bastıracak korkusu ile kafein hapı almaya karar verdim. Aç karnına mide bulandıran bu hapın, iki çorbadan sonra öyle bir etkisi olmaz diye düşündüm. Tabii bu yarışlarda her şey tahmin edildiği gibi olmuyor. İçtikten az bir süre sonra midem bulandı ve kusmaya çalıştım. Biraz sıvı çıkarttım ama Aykut’unkilerin yanında buna kusma diyenin ağzına kürekle vururlar. Buradaki hafif inişten sonra düz yolda koşabildiğim kadar koşarak ilerlemeye çalışıyordum. CP57 185. km’deydi ve burası genelde havanın yavaştan aydınlamaya başladığı yerdi. Buraya kendi tahminimden 35 dakika daha erken gelmiştim fakat midem halen katı hiçbir şey yiyecek durumda değildi. Anlaşılan yine çorba içecektim. Mehmetten vazelin istedim çünkü hava yeniden ısınacaktı ve okuduğum pişik hikayeleri acı doluydu. CP57'den 7.02’de çıkarken hava aydınlamaya başlamıştı bile. Gün doğarkenki ilk ışıklar yine ilaç gibi geldi.

 İstasyondan çıktıktan bir süre sonra yarışın ana vatanından katılan Yunanlı Spiros Pappas’ı yakaladım. Spiros 2015’te yarışı bitirmiş sonradan bir türlü kurayı kazanamamıştı. Bu sene yarışı bitirirse bir daha da katılmayacağını söyledi. Herkes öyle diyor ama sonradan yine katılıyor diyerek güldüm. Yok, yeter artık, ben kesin katılmayacağım, zaten 7 sene sonra koşabildim diyerek kurada çıkmanın zorluğundan bahsetti. Yarışlardan ve Türklerle Yunanlıların uzun süre iç içe yaşadığından konuştuktan bir süre sonra 194. km'de CP60’a yaklaştığımızı farkettim. Spiros burada masaj yaptıracağını, benim onu beklemeden çıkmamı söyledi. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - Sabah 7:35, yarışta neredeyse 25 saate yaklaşırken.
Bu istasyonda sağ ayak bileğimdeki şişlik canımı çok yaktığı için bandı bir tur değiştirdim. Orada yumurta büyüklüğünde bir şişlik oluşmuştu ama vücut göstergelerine fazla bakmadığım için uyarıları genelde görmüyordum. Ultralarda belli bir süre vücudu zorladıktan sonra mutlaka bir yerleriniz ağrıyor. Bir yerde kasım kopmadığı sürece ağrıyı düşünmemeye çalışıyorum. Hatta meditasyon üzerine daha fazla çalışıp bu özelliği daha fazla geliştirmek istiyorum. Bu arada istasyondayken saat daha yeni sabah 9 olmuştu fakat şimdiden istasyonlarda durup kolluklarıma ve kafama buz koymaya başlamıştım, sıcak öyle bir sıcaktı işte. 
 
Buralarda Etienne ile bir araya gelip ayrılır hale gelmiştik. 200. km’den sonra başlayan 5 km’lik uzun tırmanışa az kalmıştı. Bu tırmanışa öğlen üzeri gelmediğim için kendimi tebrik ettim çünkü 38-40 derece altında yokuş aşağı kavrulmayı tercih ederim. Tırmanışta yürü koş yapmaya çalıştım ama 200km’den sonra bu uzun tırmanışı kimsenin koşacak durumu yoktu. Döne döne ve yavaş yavaş yükselen bu tırmanışta arada Jason ile denk geliyorduk. Fakat ben onu akşam gördüğüm için gün ışığında tanımakta zorlandım ve bu sefer birbirimizden farklı tempolarda gittiğimizden onu geçip tırmanışın sonuna doğru geldim. 

Beslenme planımı buraya kadar uygulayamamıştım bundan sonra da kola, su ve biraz patates cipsi ile idare edecektim. Monoton tırmanışa rağmen uykum gelmiyordu ki bundan dolayı şanslıydım. Zaman limitlerine yakalan yarışçıları toplayan ve Ölüm Otobüsü (Death Bus) diye bilinen otobüsten, masallardaki canavarlardan korkan çocuklar gibi korkuyordum. Ama 206. km’ye gelmiştim ve artık hem limitler hem de otobüs benden 2 saat 50 dakika uzaktaydı. Bunu kendime hatırlatarak iniş çıkışlarla dolu yola koyuldum. Saat öğlen 12 civarındaydı yeniden inişlerde basmaya çıkışlarda ise sadece hızlı yürümeye çalışacaktım. 

Spiros Yunan bir arkadaşı ile yanıma geldi. Onlara Yiannis Kouros’u biliyorsunuz herhalde dedim. Sonra da Ilgaz Kuruyazıcı’nın Kouros yazısındaki Kouros'un “Yorulduğumda vücudumu karşıma alır ona yorulmadığını anlatırım, o da beni dinler” sözünü anlattım. Benim de birazdan yokuş aşağılarda quadlarımı patlatacağımı sonradan onları karşıma alıp aslında patlamadıklarını anlatacağımı ve onların beni dinleyeceğini söyledim. Bıyık altından hadi bakalım dercesine güldüler. İlk yokuş aşağıda ben quadlarımla biraz konuşacağım deyip aşağıya kendimi saldım.

200 km civarı Avusturalya'dan katılan Jason West ile. Saat 9.36 olmasına rağmen cehennem sıcağı yüzünden her yere buz koymak şart

205-246KM

Yokuş yukarı çıkarken önümde Tamar Shai adında, sonradan İsrail’den katıldığını öğrendiğim bir kadın hafif hafif koşarak ilerliyordu. Helal kadına dedim ve sonraki yokuş aşağıda yanından geçtim. Yokuş yukarı olduğundan ise o beni geçti. Üç kez bunu tekrarladık. En son yokuş aşağıda yanından geçerken “You again?” Yine mi sen? dedi. Güldüm ve kusura bakmamasını, amacımın onunla yarışmak değil en iyi zamanımı yapmak olduğunu söyledim. Kendisi böyle devam et yaparsın gibi bir şey dedi.

Bu noktadan sonra artık beynim yokuş aşağı mı yokuş yukarı mı gidiyoruz anlayamaz hala geldi. Ufuk çizgisinden bir arabanın kaybolup kaybolmadığından yokuşun yukarı mı aşağıya mı olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir ara 8’30 pace ile yokuş yukarı yürüyemediğim halde 8 pace ile yürüyebilince buranın yokuş aşağı olduğunu anlayabildim ve koştum. Sıcak başına vurdu denir ya aynen öyle olmuştu. Virajları inerken yolun ortasından koşuyordum ne de olsa İstanbul’da sabahları yolun ortasında az koşmadım.

Her kontrol noktasında vakit kaybetmek pahasına şapkama, boynuma, kolluklarıma buz koyuyordum ve mataramı dolduruyordum ama her nasılsa CP69, 225. km’den, çıktıktan belki 5 dakika sonra suyumun bittiğini farkettim. Saat öğlen 13 civarıydı ve buralarda yokuş aşağıları 5’20 ile koşmaya çalışıyordum. Ama suyum bittiği için bayılmak üzere olduğumu farkedip yavaşladım. Kafamdaki, kolluklarımdaki hatta boyunluğumdaki buzlar da erimişti. Bir ara diskalifiye olabileceğimi unutup geçen arabalardan su istemeyi bile düşündüm. Şimdi 229. km’de düşüp bayılsan, hakkında vakit kaybetmemek için suyunu doldurmamış, buz almamış yanına diyecekler oysaki hepsini yaptım ama hava çok sıcak hem de çok sıcak diye düşünürken istasyonu gördüm. Her şeyi doldurduktan sonra artık takım olarak muhabbet ederken hep bahsettiğim 235. km’deki CP72 Shell istasyonuna gelmem gerekiyordu. Bu istasyona gelirsem yarış kesin bitmiştir diye az söylememiştim. 

Fotoğraf SpartaVoice.gr - Tuğla kadar taşınabilir şarj ile koşmak akıl karı değil.
İşte biraz sonra oradaydım, hayalini kurduğum Shell istasyonunda.  Düşünsenize hayal ettiğiniz şey benzicideki bir yardım istasyonu, ama ben Ocak 2022'den beri buraya gelmek için antrenman yapmıştım. İstasyonda Mehmet’i gördüğümde yine dünkü gibi bağırarak I see you baby, shakin that ass” nakaratını tekrarladım. Ayran ve kolamı içip, buzlanıp, yaklaşık 8km sonra olan CP74’e doğru koşmaya başladım. 242. km’deki CP74’e geldiğimde yarıştan önce bıraktığım torbamdan Türk bayrağını aldım. Tişörtümü de takım tişörtü ile değiştirecektim ama daha fazla vakit kaybetmeden Leonidas’ın heykeline ulaşmak için istasyondan çıktım. 

Bitiş CP75 olarak geçiyordu. Artık Sparta’ya sadece 2.7km kalmış olmalıydı fakat halen yokuş gördüğüm için yanlış yolda koştuğumu zannedip saatimdeki rotaya baktım. Doğru rotadaydım fakat Aykut’un hiç bu yokuşlardan bahsettiğini hatırlamıyordum. Sparta’nın içine girdiğimde insanlar balkonlardan bile alkışlıyor ve bağırıyorlardı. Artık son 1km kalmıştı. Sağa dönüşü gördüm ve buradan sonra yokuş yoktur derken yine bir yokuşla karşılaşınca yeter artık deyip yürümeye başladım. Hemen 200-250 metre ileride başka bir yarışcı da yürüyordu. Onu görünce son kilometre içinde yürümeyi hiç kendime yediremedim ve koşmaya başladım. 

Önümdeki koşucu, yedinci kez bitirmek üzere olan Arjantinli Pablo Barnes, kaldırımdaki alkışlayanları geçtiği halde alkışlar devam edince arkasında birisi olduğunu anladı. Bana döndüğünde yanından geçerken bravo deyip kendisine saygısızlık etmeden geçtim. Artık son 500m’lik final yoluna dönüşe hazırlanıyordum. Elimdeki matara ve şapkayı birisine vermek istiyordum ama Mehmet’i göremeyince bir otelin altındaki kafede alkışlayanların olduğu yere, sonradan alacağımı söylerek attım. Sonunda o muhteşem final yoluna Türk bayrağı ile girdim. Saat öğleden sonra 3’e yaklaştığı için sıcaktan her zamankinden daha az kişi kaldırımdaki açıklardaydı. Bisikletli çocuklar bile anlaşılan akşamüstünü bekliyorlardı. Ama yine de yeterince çoşkulu şekilde bravo, good job, sesleri ve alkışlar altında koşuyordum. Burada bulunanlar her yarışcıyı birinciymişcesine alkışlıyorlar. Bunun üstüne bir de Mehmet ve Hilmi’yi görünce sevincim daha da arttı.

Fotoğraf Sparta Photography Club - İşte yarışın bitişindeki çoşku dolu koşu
İsmimin anons edildiğini ve aksanlı bir şekilde “yavaş yavaş” denildiğini duydum. Son 100 metrede aklıma merdivenlere çıkarken takılıp düşenler geldi. Zeybek oynamayı planlıyordum ama arkamdaki Pablo da koşmuşsa bekletmek saygısızlık olur diyerek Zeybek kısmını düzgün yapamadan, Leonidas’ın heykeline dokunarak yarışı bitirdim. Sırada taç takılması sonrası Evrotas nehrinden geldiği söylenen suyu içip madalyamı almaktaydı. Aylarca hem zihni hem de vücudunu disipline etmenin sonucu işte bu andı. Önce hayal edip sonra işini şansa bırakmayıp kararlı bir şekilde hazırlanmak ve Spartaya ulaşmak. Aynen John Foden’ın dediği gibi “Size şans dilemeyeceğim çünkü hakkıyla hazırlanmadıysanız şans bir işe yaramayacaktır. Ve eğer hakkıyla hazırlandıysanız o zaman şansa ihtiyacınız olmaz.”  
 

 Artık sağlık kontrolü ve ayak tedavisi için çadır kliniğine girebilirdim. Hilmi ve Mehmet sağ olsun orada bana çok yardımcı oldular. Serum üstüne serum alarak en az 1 saat sonra ancak kendime geldim ve şimdi quadlarım benimle konuşup ne kadar yıprandıklarını anlatacaklardı. Böyle yarışlar sonrası yürümek benim için çok zor ve yıllardır bu değişmedi. Allahtan Yiannis Kouros’un bir videosunda onun da merdivenleri nasıl çıktığını gördüm de bunun koşu geçmişi vs. ile ilgili olmadığını yazabiliyorum. Yarış sonrası vazeline rağmen pişik oldum, dudaklarım ve çenem güneş yanığından yara oldu, ayaklarım davul gibiydi, tırnaklar yine gitti, quadlar ve kalfler başta olmak üzere her yerim ağrıyordu ve seruma rağmen o akşam 3 saat belki anca uyudum. Fakat özellikle ağrı kesici almak istemedim çünkü o ağrılar yarıştan sonra öyle güzel geliyor ki, size yarış için ne kadar çaba harcadığınızı hatırlatıyor.

Spartathlon bitişinde Leonidas heykelinin önünde Hilmi ve Mehmet ile

Bu yarıştaki gibi böyle yoğun duygular insanın hayatında sıkça yaşanmaz. Bir amaç için uzun süre boyunca sürekli antrenman yapıp, sonucunda başardığınızı hissetmek, herkesin yaşamasını istediğim bir duygu. Zaten haftalarca sizi saracak olan bu duygudan dolayı, herkese kendisini yıpratarak bir 100 km ve üstünü koşmasını tavsiye ediyorum. Dikkatinizi çekerim burada kritik nokta kendini yıpratmak. Bunun sonucunda yaşanılan ve hissedilen şeyler gerçekten paha biçilmez oluyor. Sanki sizin her yerinize tüm gün masaj yapılmış, durmadan yoğrulmuşsunuz gibi hem fiziksel hem mental olarak. Üstünüzde öyle bir rahatlama var ki size birisi gelip birazdan buraya meteor düşecek dese, çaresini buluruz dostum, merak etme diyecek durumdasınız. Bir de bunu 246km’lik dünyanın en iyi yol ultracılarının koştuğu bu yarıştan sonra yaşadığınızı düşünün. Sadece dopamin, adrenalin, serotonin ve endorfin salgılanması değil bu, kendiniz ile başbaşa kaldığınız uzun saatlerin verdiği haz da var. Yıpratıcı bir şekilde en az 36 saat süren bir yolculuk olmasının etkisi de bu duygu yoğunluğunu ortaya çıkartıyor. Michael Arnstein’ın gün aydınlanırken koşu sırasında söylediği “24 saattir koşan bir vücudun içinde bulunmak oldukça mükemmel bir şey” demesinin nedenini bir kez daha anlıyorsunuz.

İster ilk kez Spartathlon’a katılıyor olun isterseniz beşinci kez, yarış herkes için özel bir yarış. Birden fazla katılanların bazıları parkur ile kalan hesabını görmeye, bazıları her seferinde farklı zorluklar yaşadığı için bilinmezlik yolculuğuna katılıyor. 

 Yarış Sonrası

Yarıştan sonraki gün Leonidas heykelinin arkasındaki koşu pistindeki Spartan Mile’a gittik. Spartan Mile, İsveç takımının kendi aralarında düzenlediği, sonraki yıllar ise yarışa katılan herkesin katıldığı çıplak ayakla ve iç çamaşırlarla koşulan bir yarış. Bazıları 4x400m koşuyor ama geneli bir tur atıyor. Koşu öncesinde bol bol fotoğraf çektirdik. Bu sene katılım diğer senelere göre oldukça fazlaydı. Bunda Bob Hearn’ün dağıttığı davetiyenin kesin etkisi var. Burada ayrıca birçok Yunanlı Türkiye Yunanistan dostluğunu kanıtlamak için bizimle fotoğraf çektirdi. Sonrasında Aykut ve Mehmet ile yol boyunca nefis manzaralar ve güzel müzikler eşliğinde başarmanın verdiği haz ile Sparta'dan Atina'ya harika bir yolculuk yapıp Atina’da Mehmet’ten ayrıldık.
Fotoğraf Başak Gürbüz Derman - Spartan Mile bitişinde

Pazartesi akşamı olan ödül törenine kadar otelde Aykut, Hilmi ve Vesile ile dinlenip yarış üzerine değerlendirmelerde bulunduk ve akşam takım olarak ödül töreninde güzel bir masaya yerleştik. Burada yarışta koştuğum kişileri şapkasız tanımaya çalışarak yakalayabildiklerim ile fotoğraf çektirdim. Sıra Türk Takımına geldiğinde ise beraber sahnede tek tek isimlerimiz okunarak ödüllerimizi aldık. Türk takımı olarak ödül alıyor olmamız benim için çok gurur duyduğum bir an oldu.

Uzun süren fiziksel antrenmanların yanında zihinsel olarak da bu yarışa hazırlanmıştım. Yarıştan önce zaman hedefim yoktu ve bitirmek için yarıştım. Yarışın zorluğu benim için istasyonlar arası olan zaman sınırlarıydı çünkü böyle keskin zaman sınırları olan başka bir yarış koşmamıştım ki zaten en çok bu zaman sınırlarından dolayı Spartathlon en zor ultramarathon olarak nitelendiriliyordu. Katılanların genelde yarısının bitirdiği Spartathlon’u 32 saat 50 dakikada bitirerek kendime karşı meydan okuduğum bu yarıştan güzel tecrübeler ile ayrıldım. Ultramaratonların anası kabul edilen bu yarışı, keskin zaman sınırları, bitirici sıcağı ve kendine has parkuruna rağmen bitirmenin verdiği mutluluk içinde günlerce kaldım. Sıcak, soğuk, yağmur, rüzgar veya karanlık demeden sabah 5’lerde yapılan antrenmanların sonucu işte bu duygu patlamasıydı.

Foto Mehmet Erkul - Yarış sonrası bu sefer Aykut ile Leonidas heykeli önündeyiz
Bu yarışın beni ne kadar değiştirdiğini muhtemelen önümüzdeki yıllarda anlayacağım. Yarış hazırlıklarında beni her zaman destekleyen eşim Selen ve oğlum Cenk’e ayrı bir teşekkür ediyorum. Annem, babam kardeşlerim de pozitif mesajları ile bana moral vermeye çalıştılar. Rotafilo, tisört ve bandana sponsorumuz olarak, WUP beslenme sponsorumuz olarak bu gurura ortak oldu. Aykut zaten sağ olsun her zaman her şeyi sorabileceğim Google’ım oldu. Mehmet’e de bu kadar önemli bir yarışta gene beni yalnız bırakmadığı için minnetarım. Kendisi 38 saat boyunca koşturdu. Yarıştan önce tüm "başarılar" dileklerini ileten arkadaşlarım ve tanıdıklarım, hepinize ayrıca teşekkür ederim. Yarış organizatorleri ve Türk Takımını her daim kucaklayan Yunanistan ahalisi kalbimizde yer ettiler. Her zaman bizi evimizde hisettirdiler. David arkadaşım keşke bunu seninle de paylaşabilseydim. Umarım olduğun yerde huzur içindesindir.

Oğuz Atay’ın yazdığı gibi “Bir insan hayalleriyle nereye kadar yaşayabilir? Bu gücü her zaman kendinde bulabilir mi?” Önümüzdeki senelerde yeniden Spartathlon’a katılma şansım olursa bu sefer daha iyi bir beslenme stratejisi uygulayıp yokuşlarda daha fazla kendimi zorlamayı planlıyorum. Beslenmede amacım daha fazla yemek yemeye çalışmak olmalı. İlk 80km’yi yine yıpranmadan gelip sonrasında bu sefer daha hızlı koşmak hedeflemeliyim. Antremanlarda da ne kadar çok acı çekersem o kadar daha iyi yarış çıkartacağıma eminim. Unutmayın hem vücudunuz için hem de zihniniz için en iyi ilaç koşmak. Kendinize iyi bakarsanız hem çevrenize hem de ailenize karşı çok daha pozitif olacaksınız. Bir şekilde sizin de koşmaya başlamanız dileğiyle.

Spartathlon Yarışının Strava Linki

Fotoğraf Hilmi Güven - Atina'da gerçekleşen ödül töreni
Slovenya'dan katılan Marko Femc ile 
Foto Çağrı Tuncay - Sağda yarış birincisi Fotis Zisimopoulos solda ise 24 saat dünya rekortmeni Camille Herron
Meksika'dan katılan Ruben Dario
İtalyan'yadan katılan Carmelo Nucifora
Yarış kitlerimiz almadan önce Vesile, Hilmi ve Aykut ile

Etienne Durocher ve Mehmet Erkul ile “Base of Mountain” 159.4km’de
Mehmet, ben ve Aykut ile Yunanlılarla dostluk hatırası

Spartathlon 2023 Yarış Raporu - İkincisi neden daha zor?

          Fotoğraf Osman Erkan - Leonidas'ın heykeli ve ikinci kez Spartathlon'un bitişi.   Geçen sene ilk kez Spartathlon'u bit...