16 Aralık 2022 Cuma

Spartathlon 2022 Yarış Raporu

Spartathlon'u bitirme anı
Fotoğraf Sparta Photography Club - Leonidas'ın heykeli ve Spartathlon'un bitişi.
Koşmayacağınızı düşündüğünüz bir yarışın raporunu nasıl yazarsınız? Spartathlon benim için işte öyle bir yarıştı. Öyle ki geçen sene, 11 yaşından beri sıra arkadaşım Aykut Çelikbaş’a destek ekibi olarak Spartathlon’a gittiğimde, yarışın geçtiği yollara, koşucu gözüyle bakmamıştım. Oysa böyle bir amacım vardı ve 2020’deki Spartathlon kurasına  katılmış fakat piyango bana vurmamıştı. Ona rağmen herkesi kendisine defalarca çeken bu yarışın rotasını kafama kazımayı akıl etmemiştim. Yarış benim için hala öyle bir uzak noktadaydı.

Spartathlon’u kısaca anlatmak gerekirse, Yunanistan’ın Atina şehrinden başlayıp Sparta şehrinde sona eren 246 km’lik bir yol yarışı. Yarışta 75 kontrol noktası (CP) var ve her birinin arasını belli bir zaman aralığında almanız lazım. Yarışın çıkışı tarihçi Herodot'un yazdığına göre Perslerin Atina kıyılarına dayanması nedeniyle Milattan önce 490 yılında, Atinalıların Pheidippides'i Sparta şehrine gönderip Sparta Kralı Leonidas'tan yardım istemesine dayanıyor. Pheidippides gün ağarırken yola çıkıp ertesi gün güneş batmadan Sparta'ya ulaşıp mesajı iletiyor. 1982 yılında İngiliz Subay John Foden Yunan tarihi okurken bu kısımdan etkilenip Oxford Üniversitesi’nden tarihçilerle olması gereken rotayı çıkartıp arkadaşları ile deneme koşusu yapıyor. Bu koşudan sonra artık Spartathlon, farklı ülkelerden gelen yaklaşık 400 üst düzey koşucunun Atina'dan Sparta'ya 246 km’yi 36 saat içinde koştuğu ve Heredot'un doğruluğunu kanıtlayan bir yarış oluyor. Yarışın detayı için Aykut'un bu yazısını okuyabilirsiniz.

Sparathlon 75 adet kontrol noktası (CP) içeriyor

2022 yılında tekrar Spartathlon kurasına başvurdum fakat yarışın Mart ayındaki kurasında ismim ana listede gene çıkmamış ve yedeklere kalmıştım. Sanırım yedeklerde 41inciydim ve yedek listesinde de oldukça geride kalınca bu sene de pek şansım olmadığını düşündüm. Yedeklerden ana listeye geçip geçemediğimi Mayıs sonu veya Haziran gibi öğrenecektim. Sinirim gerçekten çok bozulmuştu. İlk başvurumda çıkmadığı için ikincide ismim iki kez yazılmıştı ve çok umutlanmıştım.

İki kez yazılmasına rağmen yarışta yer alamayacağıma ise inanmak istemiyor ve organizatörler belki bir hata yapmıştır diye saçma bir şekilde umutlanıyordum. Bazen düşününce 246 km'lik bir yarışa katılamayacağım için sinirimin bozulması komik geliyordu. İnsan kesinlikle çok acı çekeceğini bildiği bir yarışa katılamayacağını öğrenince sevineceği yerde niye sinirlenir ki? Ama işte kazın ayağı öyle değil. Spartathlon ultra dünyasında başka bir düzey ve yarış sonrası olan o rahatlama ve bitirmenin mutluluğu tarifsiz, bundan dolayı katılmak için çok çabalıyorsunuz.

Kura çıkmadığına göre Haziran’a kadar antrenmanlarımı 24 saat içinde koştuğum 203 km’yi daha da ileri taşımak için yapmaya karar verdim. Mümkün olduğu kadar haftalık koşu mesafemi sakatlanmadan arttırmaya çalıştım. Bu da yine genelde haftada 6-7 gün sabahları 5.00-5.30 arasında koşmaya başlamak demekti. Daha disiplinli olmak için hayatınızda bazı şeylerden ödün vermeniz gerekiyor. Herkesin yaşamında ödün vermesi gereken şeyler farklı.  

Fotoğraf Mehmet Erkul - Barcelona 24 saat yarışında
 Veeeee bingo....! 26 Mayıs’ta yarışın ana listesine geçtiğimi öğrendim. Hemen yakın arkadaşlarımı arayıp sanki piyangodan büyük ikramiye kazanmış gibi haber verdim. Bundan sonra antrenmanları Spartathlon’a göre yapacaktım. Yazın tatilde bile sabahın beşinde kalkmak ve bunu haftanın her günü yapmak için yarışı bitirmeyi gerçekten istemek lazımdı. Tabii bu yarışa hazırlanmak için en az 4 ay istikrarlı bir şekilde bu tempoya ayak uydurmam gerekiyordu. Bunun yanında bir de sakatlanmamak şarttı ki buna ayrı bir çaba sarfettim. Örneğin yeğenlerimle denizde boğuşurken bir anda aklıma yarış geliyor ve napıyorum ben diyerek bırakıyordum. Geçen sene Hilmi Güven’in “Yarışa kadar ben merdivenleri bile çok dikkatli iniyordum“ demesini hatırlıyordum.

Hazırlık Dönemi

Daha önce yarışa katılanların yazdığı kadarıyla yarışın başlama noktasına gelmek bile büyük bir başarıydı. Çünkü aslında yarışın kurasına girdiğiniz Ocak ayında yarışa hazırlanmaya başlıyorsunuz ve bu uzun periyodu iyi değerlendirip, sakatlanmadan başlangıca gelmek gerekiyor. Her zaman oğluma söylediğim cümle geçerliydi. Bir şeyi ne kadar istediğin, o şey için ne kadar acı çekmeye hazır olduğunla ilgilidir.

Haziran başına kadar yarışla ilgilenmedim fakat asıl listeye ismim yazılınca hemen Aykut’a yarış ile ilgili izleyebileceğim videoları ve yarış raporlarını sordum. Aykut’un yarış raporlarını yeniden okumak beni daha çok heyecanlandırdı. Videoları ise genelde core antrenmanlarım sırasında izliyor ve çok iyi motive oluyordum. Amerikalı TheFruitarian takma adlı Michael Arnstein’ın çektiği bu videoları çok sevdim. Michaelın 2012’de yarışı koşarken, Spartathlon’un, Amerika’daki Ölüm Vadisi’nde (Death Valley) koşulan Badwater’dan bile sıcak olduğunu söylemesi beni korkutuyordu. Michael’ın 2.30 Maraton derecesi vardı ve 2011’de Desert Solstice 100 Mil/160 km yarışını 13.46’da bitirmesine rağmen 2011’de Spartathlon’u bitirememişti. Yani çok hızlı olması bile yarışı bitirmesine yetmemişti. Yarış raporlarında bu gibi başka örnekleri okudukça yarıştan gitgide daha fazla çekinir olmuştum. 

Bunun yanında Spartathlon rekorlarının sahibi Yiannis Kouros’un videoları benim üzerimde özellikle motivasyon açısından çok etkili oldu. Tabii “Prince of Pacing” yani Türkçe “Temponun Prensi” lakaplı Bob Hearn’ün yarış raporlarındaki tecrübeleri de kafama kazındı. Diğer yanda başka ülkelerden gelen yarışçılar nemli ve sıcak havaya uyum sağlamak için saunada kalarak vücutlarını hazırlıyorlardı. Sıcakta performansımın kötü etkilendiğini, 2021 Kapadokya yarışı ile önceki Kapadokya yarışlarını kıyaslayarak tecrübe etmiştim ama Spartathlon için 34-38 derecedeki sıcak ve nemli havaya hazırlanacağım ortam ne yazık ki yoktu.

David ile Üsküdar koşumuzdan

Temmuz ayının başında işten arkadaşım David Salvatori’nin vefat haberini aldım. Ödüllü bir su altı fotoğrafçısı da olan David, bir dalış sonrası vefat etmişti. Kendisi ile Kenya’daki Safaricom Maraton’unda koşmuş sonra İstanbul ziyaretinde de Üsküdar’da beraber koşmuştuk. Covid zamanında sıklıkla hedefler ile ilgili konuştuğumuz için bir anda şaşkına dönmüştüm. Kendisi bu sene New York Maraton’unu koşacaktı ve 51 yaşında ilk kez 1.23 yarı maraton koşarak bana da ilham veriyordu. Hedefim olan Spartathlon’u onunla da konuşmuştuk. Her an bu yaşamdan kopabileceğimiz gerçeği ile bu yarışı bitirirsem kendisinin anısına ithaf etmek istedim. 

 Koşu açısından oldukça iyi bir Temmuz ayı bitmişti ve Ağustos ayı benim için önemli bir aydı çünkü dört kardeş bir araya gelecektik. Bu 15 günlük sürede her ne kadar işbaşında olsam da akşamları onları bırakıp erken yatmak veya geç yatıp erken kalkmak zorlu olacaktı. 7 Ağustos’ta, ailem ile buluştuğumun üçüncü günü, COVID-19 olduğum ortaya çıktı. Bu kadar uzun zaman hastalıktan yırttığımı düşünürken şimdi hasta olmayı kendime bir türlü yediremedim. O kadar dikkate rağmen nasıl kaptım diye bir süre kendimle kavga etsem de 3 gün sonra yeniden koşulara başlamış durumdaydım. Sakatlanmamak için tempo antrenmanı yapmadığımdan dolayı performansımın düşüp düşmediğini sadece yarışta anlayacaktım. Ama hastalığı ayakta atlattığımı kendime anlatarak bu defteri kapattım. Core antrenmanları bu dönemde ne yazık ki yeterince yapamadım. İş ve aile derken böyle ortamlarda çıkıntı bir tip olmayı bir yere kadar idare edebildim. Hayat her zamanki gibi tercihler meselesiydi. 

Vegas'ta gün ağırırken koştuğum yollarda çektiğim bir fotoğraf
Benim için ne kadar disiplinli olduğumun gerçek sınavı, şirketimin Las Vegas’taki yeni finansal yıl organizasyonuydu. Uçak biletlerimi bile sabah koşmaya ve dönüşte de öğleden sonra koşacak şekilde almıştım. Çok sevdiğim DJ Tiesto’nun havuz partisine katılmayı dahi reddetmiştim ki eski Budak olsa nasıl bir aptalsın sen öyle der. Vegas’ta ilk iki gün sabah 05.30’da koşmaya başlayarak antrenmalarımı yaptım. Fakat ikinci günün gecesi 02.30’lara kadar içilen içki ve dans neticesinde üçüncü günün sabahı gurur duyduğum Alman disiplinim hikaye olmuştu. Fakat akşam şirketimizin düzenlediği ve Pink’in konser vereceği etkinliğe katılmak yerine kendimi koşu bandına atmayı başardım ve uzun zamandır koşu bandında koşmadığım kadar, 19 km koştum. Artık sadece yarın sabah uçuştan önce 07.15’e kadar koşmam gereken yarı maraton kalmıştı ve onu da başardım. Böylece jet lag filan dinlemeden o hafta her gün aksatmadan koştum. Haftalık hedeflerimi tutturmak yarışlardan önce benim için her zaman büyük moral oldu.

Artık Eylül ayına girmiştik ve koşuları azaltmaya başlamadan önceki 15 günü iyi değerlendirmem lazımdı. MCR RaceSetter’ın Eker Gıda A.Ş. adına organize ettiği Uludağ Eker Run Maraton parkurunu Caner Odabaşoğlu’nun davetiyle Aykut ile koşmaya gittik. Her ne kadar quadlarımı biraz zorlasam da Spartathlon öncesi merak ettiğim bu parkuru koşmak, yarıştaki yokuş aşağıları hızlı koşmam için iyi bir antrenman olacaktı. Tapering dönemine girdiğimde ise core antremanları aksatmayacağıma seviniyor, antrenman sırasında yarış videolarını izledikçe heyecanım daha da artıyordu. 

Kapadokya Ultra 2021 Mehmet Erkul ile

Yarışa bir ay kala halen yakın arkadaşım Mehmet Erkul’a vize başvurusu yapması için ısrar ediyordum. Mehmet ise hiç umut vermedi ve gelmem çok zor, gelirsem süpriz olur sen desteksiz yarışacak şekilde hazırlan demişti. Spartathlon gibi  ultramarathonlarda destek verecek kişinin de 100km üstü koşmuş birisi olması önemli. Mehmet de ultramarathon koşuyordu ve en son benim ısrarımla Kapadokya Ultra Trail 120K’yı bitirmişti. Mehmet’in gelemeyeceğini varsayarak yarışta desteksiz koşacak şekilde "drop bag" planlamasını Aykut’a da danışarak yaptım. CP planlamasında dikkat edilmesi gereken ana istasyonlara gerekli helva, WUP Jel, bant ve vazelin koymaktı. Varılacak saatlere göre ise rüzgarlık, tişört, reflektör ve kafa lambasını koymak gerekiyordu. Soğuk tutucu çanta ile korumayı planladığım Eker ayranlarımı ise 80 km ve 210 km’deki yardım istasyonuna göre dağıtmayı planlamıştım. Sürgülü poşetlere CP numarası ve km’sini yazıp hazırladım. Ta ki Mehmet Yunanistan’dan vize için olumlu haber alana dek. Artık tek gereken Eker ayranlı bavulumun Yunanistan’a benimle beraber ulaşabilmesiydi. Ayran’ı İznik Ultra yarışlarında test etmiş ve midemi toparladığını hissetmiştim. Yarışlarda midenize neyin iyi geldiğini deneyerek keşfetmeniz lazım.

Atina

Atina’ya uçarken halen kendimi zihnen yarışa hazırlamaya çalışıyordum. Dokunduğu her insana kendinden bir şeyler katan Spartathlon’u bitirip ben de başka bir dünyaya adım atabilecek miydim? Zayıf yönlerimi saklayıp güçlü olduğum taraflara ağırlık verebilecek miydim? Bu gibi düşüncelerle Atina’ya ulaştıktan sonra mini bir olimpiyat köyü olan otelimize yerleştik. Aykut gibi birçok kez koşan kişilerle beraber değişik ülkelerin takımları ile aynı otelde kalmak ve bu sefer koşacak olmak çok heyecan vericiydi. Kerem Yaman’ın tasarladığı Türkiye takım tişörtleri yine harikaydı ve diğer ülkelerin koşucuları her seneki gibi Türk takımının tişörtlerini çok beğendiklerini söylüyorlardı. Bu sene yarışa hem 5 kişi katılarak hem de Spartathlon’un 40’ıncı yılının anısına olan tişörtlerimiz ve bandanalarımız ile Türkiye’nin tanıtımını çok güzel yaptığımızı düşünüyorum. Aramızda Aykut, Mert Derman ve Hilmi Güven gibi önceden bitirenlerin yanında Vesile Yılmaz Anatça, yarışa katılabilen ilk Türk kadın olarak yer alıyordu.

Fotoğraf Başak Gürbüz Derman - Sırası ile ben, Aykut Çelikbaş, Vesile Yılmaz Anatça, Mert Derman, Hilmi Güven

İlk gün odada dinlenirken hatırladığım, 24 saat koşu yarışı rekortmeni  Alexandr Sorokin’nin, Avrupa 24 Saat Koşu Yarışı’ndan önceki röportajında söylediği şu kısımdı. “Yarışlardan önceki 10 günden nefret ediyorum çünkü panik oluyorum, kabuslar görüyorum fakat bu normal ve sınav öncesine benziyor” demesi, öyle bir koşucunun bile ne kadar heyecanlandığını göstermişti ve yarış öncesi beni motive etti.

Otelde Aykut, Vesile ve Hilmi ile birlikte yarış hakkında bolca konuşma fırsatımız oldu. Ben kafamda yarışı 80 km’lik dilimlere bölerek düşünüyordum çünkü arka arkaya altı tane maraton koşacaksın diye düşününce insan bir an titriyordu. Barcelona’daki 24 saat yarışında 203 km koşmama rağmen o yarıştan önce, asıl hedef yarışım olmadığından, bu kadar heyecanlanmamıştım doğrusu. O yarışın ve koşuya nasıl başladığımın yazısını da yakında paylaşacağım.  

Yarışın iki gün öncesine gelince, Aykut ile gittiğimiz kit dağıtım yerinde Kanada’dan katılan tek koşucu Etienne Durocher ile tanıştık. Kendisi ile biraz muhabetten ettikten sonra Aykut’un organizasyondaki arkadaşları ile fotoğraf çektirdık. Yarış kitlerimizi ve GPS cihazımızı aldık. GPS cihazı ile hem organizasyon hem de sevenleriniz sizi takip edebiliyor ve nerede olduğunuz bilgisine kolayca ulaşabiliyor. Çoğu ultramarathonda olmayan bence güzel bir özellik. Otelin bahçesinde karşılaştığımız Amerika takımından Andrei Nana’ya nasıl bir yarış beklediğini sorduğumuzda, hiyi hazırlanamadığını fakat bir samuray gibi zihinsel gücü ile yarışı bitirmeye çalışacağını belirtti. Anlattığına hikayeye göre Her ne kadar günümüzde Samuraylar olmasa da 1980’lerde Zen hocası Samuray öğrencisine artık onu eğitmeyeceğinden bahseder. Öğrenci hocasına kendisini kanıtlamak için bir şans daha vermesini söyler. Zen hocası kendisine Spartathlon yarışına katılmasını ve bitirebilirse eğitimine devam edeceğini söyler. Öğrenci yeterli antrenman yapamamasına rağmen yarışı zihinsel acıdan güçlü olduğu için bitirir ve eğitimine devam eder.” Andrei bu hikayeden dolayı Spartathlon’un Japonya’da çok popüler olduğundan bahsetti. Bu arada Andrei, yarışı 35 saat 47 dakikada bitirerek 9’uncu kez Spartathlet oldu.

Tam otele dönecekken bu sefer yine Amerikan takımından, benim Phoenix’teki 12 saat yarışında tanıştığım, Marisa Lizak ile karşılaştık. Kendisi üçüncü kez yarışa katılacaktı. 2019’da Marisa ile tanıştığımda kendisi henüz Spartathlon’a katılmamış ama Atina Maraton’unu koşup ertesi hafta İstanbul Maraton’unu koştuğundan bahsetmişti. Tabii ben o sırada kendisinin ne kadar iyi bir koşucu olduğunu anlayamamıştım. Marisa artık 48 saat Amerika rekorunun sahibi. Marisa ve destekçileri ile otel lobisinde oturup biraz muhabbet ettik. Sonrasında ise Bob Hearn ile karşılaştık. Kendisi bize Spartan Mile yarış davetiyelerimizi verdi.

Yarıştan Önceki Gün

Perşembe günü yarış ile ilgili Aykut’u dinleyerek aldığım notları otelde bir kez daha okuyordum. İstanbul’da ikinci defa okumadım ama yarışa bir gün kala tutuşup iki üç kez okudum. Hatta Aykut sınavdan önceki gün ders çalışanlar gibisin bakalım ne kadar işe yarayacak diye güldü. Aklımda tutmaya çalıştığım kilometreler, ne zaman yokuşların başlayıp, ne zaman yokuş aşağı veya düzlük olduğu idi. Kendimi zihinsel olarak hazırlamaya çalışıyordum. Bu sırada yardım istasyonlarının kapanma saatlerini ve eğer Mehmet gelemezse hangi istasyona ne eşya bıraktığımı bir yere yazmadığımı hatırladım. Hemen küçük kağıtlara onları yazıp, sudan parçalanmasın diye bantlayıp cep telefonumun arkasına koydum. Sonrasında numara taşıyıcıyı hazırlama ve zaman çipini ayakkabıya geçirmeyi halettim.

Destekçiniz olsa bile torbaları ana istasyonlara bırakmak ayrı bir tedbir

Yarışı Hoka One One Clifton 8 ve içindeki özel tabanlığımla koşacaktım. 2018 İznik 140K yarışından sonra düz taban oluşumdan dolayı sol ayağım üzerine binen yük bileğimde yarış boyunca ağrı yapmış, çözümü ancak tabanlık ile yükü dengelemeye çalışmak ile bulmuştuk. Her ne kadar ayakkabı daha ağır hale gelse de ultramaratonlar için bana lazımdı. Yatakta bir 10 dakikalık meditasyon ile hazırlığımı tamamladım. Artık tek eksik yardım istasyonlarına bırakmak için hazırladığımız torbaları (Drop bag) gidip yarış organizasyonuna teslim etmekti. Takım halinde oraya gittik. 75 istasyonun sadece 9 tanesine torba bıraktım.

Otele döndüğümüzde biraz dinlenip akşam yemeğine geçtik. Yarışa az zaman kaldığı için günlerdir açmış gibi yemek yedim. Artık yatma vakti gelmişti. Aklımdan hala, istasyonlar arası zaman limitleri bu kadar sıkı olmasa ben herhalde bu kadar heyecanlanmam diye geçiriyordum. Sabah 4.30’a telefon saatini kurup yattık. 4 saatlik bir uyku sonrası sabah kahvaltıda Aykut, ben, Hilmi ve Vesile otururken aklıma kahvaltı sırasındakilerin “kurbanlık koyun gibi gözüktükleri” cümlesi geldi. Kim söylemişti bunu acaba diye sorduğumda, Aykut kendisinin raporunda yazdığını söyleyince gülüştük. Gerçekten herkesin yüzünde heyecan ve korku karışımı bir ifade vardı.

Yarış Günü

Yarış için Aykut’un önerdiği plan ilk 80 km’yi 8.15-8.30 arası koşarak sıcakta kendimi tüketmeden rahat bir  şekilde gelmem şeklindeydi. Sonrasında zaman limitinin ne kadar kaldığına bakarak hızlanmaya veya aynı tempoda gitmeye kendim karar verecektim. Mehmet ile hangi istasyona kaç dakika arasında gelmeyi hedeflediğimi paylaşmıştım. Sabah 06.25 gibi Akropolis’te olduk. Yarışçı ve destekçi kalabalığından Hilmi ve Vesile’yi ancak bir süre sonra bulabildik ama Mert yoktu ve muhtemelen arkalardaydı. Fotoğraf çekilip Bob ve Marisa ile birbirimize başarılar diledik. Herkesin birbirine söylediği klasik cümle “Sparta’da görüşürüz”dü. Bunu destekçiyken az duymadım, şimdi söyleme sırası bendeydi. 

 Mehmet ve Aykut ile yarış sabahı başlangıç alanında

Yarış geri sayımla başladıktan sonra bir süre Vesile ile beraber koştuk. Herkes hızlı başladığı için arada saatime bakıp kendimi yavaşlattım fakat asfalta çıktıktan bir süre sonra tramvay geçeceğinden yol kapandı. Burada İngiliz James Adams’ın yarış raporunda yazdığı “20-30 saniye için tramvayın altında kalmaya değer mi? Aslında bazen o 20 saniye....” cümlesi aklıma geldi ve Vesile’ye anlatıp güldüm.

Daha yarışın başındaydık ama ışıklarda bekleyenler, kaldırımda yürüyenler alkışlayarak ve bazıları arabalardan kornalarına basarak bizi yüreklendiriyordu. Öğrendiğime göre yarışa katılarak Yunanlıların tarihini onurlandırdığımız için yarışı koşanlara saygıları çok fazla.

Henüz yarı maraton bile bitmemişti. Aykut ve Hilmi’nin önümde olduğunu biliyor ama Vesile ve Mert nerede bilemiyordum. Deniz kenarına gelmeden önce bir viyadükten geçerken bizi bekleyen okul öğrencileriyle çak bir beşlik yaptık. Son öğrenci sağ olsun iyi bir patlattı elime beni de bir anda gülme tuttu. Ben de olsam aynısını yapardım diye düşündüm.

Fotoğraf Sparta Photography Club

Buradaki istasyonlarda duyduğum kelime “Kalimera” ve ben de teşekkürler anlamına geldiğini tahmin ettiğim için durmadan Kalimera diyordum. Destekçilere izin verilen ilk istasyon olan CP 12, 44. km’ye 11 civarı geldiğimde hava iyiden iyiye ısınmış ve öğle sıcağı kendini göstermeye başlamıştı. Bugüne kadar hiçbir yarışta takmadığım şapka, boynuma içi buz dolu bez ve kollukları giydim. Ayranla kola içip birkaç da foto çektirip hemen yola koyuldum. Buraya kadar her şey halen iyiydi sıcak dışında. Felaket bir sıcak başlamıştı. Temmuzda İstanbul’da yağmur yağdığı için bu sene Spartathlon sıcak olmayacak diye tahmin ediyordum ama tam da gazetelerde sıcak havalarda hep çıkan, asfalta yumurta kır, pişir sıcağı vardı. Neyse ki biz deniz kenarındaydık ve çok güzel manzaralar eşliğinde koşuyorduk. Koşarken denize uzun süre bakabilirseniz insanı rahatlatıcı etkisi olduğu kesin.

Fotoğraf Sparta Photgraphy Club - Boynuma taktığım bezin içine dahi buz koydum ama nafile

İlk maratondan sonra her istasyonda durup kesinlikle kafama, boynuma ve kolluklarımın içine buz koyuyordum. Sıcağın etkisini azaltmak kaybedilecek iki veya üç dakikadan daha önemliydi çünkü ilk 80 km’de yıpranmamak istiyordum. Bir süre sonra rafinerilerin bulunduğu yolda koşmaya başladık. Burada çok kötü bir kokudan bahsedildiğini çok duydum ama beni fazla etkilemedi. Ara ara olan yokuşların çoğunda çok hızlı yürüyordum. Hatta bazen kendi kendime yeterince acı çekmiyorum, böyle bitmez bence bu yarış derken hemen aklıma ilk 80K’yı hızlı koşup sıcaktan bırakmak zorunda kalanlar geliyordu. Tabii yokuşlarda yanınızdan koşup geçenlerin sizi hata mı yapıyorum acaba diye düşündürmesi de ayrı kafama takılıyordu.  77.5 km, Corinth Canal'ına geldiğimde ise burada fotoğraf çekmek istedim fakat telefonum torba içinde olduğundan vazgeçtim. Onun yerine kanala bakarak burada koştuğum için ne kadar şanslı olduğumu kendime hatırlatarak orayı geçtim.

Mehmet Corinth Canal'ı pas geçmeden fotoğraflamış

Buradan sonra büyük istasyonlardan biri olan Hellas Can’e, CP22, 80. km'ye gelecektik. Yokuşta Magnus Thorud ile karşılaştım. Magnus ile Instagram’da geçen seneki yarıştan sonra tanışmıştım ve daha dün akşam yemeğinde ona kaçıncı kez koşacağını sormuştum. İkinci kez katıldığını ama birincisi ile aynı heyecanı yaşadığını söyledi. Ona göre bu heyecanın nedeni ikinci kez bitirmenin zorluğuydu. Yokuş çıkışı esnasında katıldığı 24 saat yarışını neden bıraktığını anlamadığımı sordum. Kendisini iyi hissetmediği için bıraktığını ama yeniden katılmayı düşündüğünden bahsetti. Biraz kendi 24 saat tecrübemden bahsettikten sonra CP22'ye gelmek üzere olduğumu farkedip ondan ayrıldım. Mehmet beni karşıladı ve ayırdığı alana götürdü. Bana ayırdığı sandalyeye bir Hintli oturmuştu ve benim de oturan kişi ile konuşacağım tuttu. Kendisine buraya kadar bu zaman diliminde geldiği için bitirme şansının çok yüksek olduğundan ama sakın bırakmaması gerektiğinden bahsettim çünkü kendisini ailesine sızlanırken duymuştum. Bana inanmakta zorluk çekiyordu. (Sanki kendim bitirmiş gibi konuşmam ona da garip gelmiştir). Dinlendikten sonra kendisini iyi hissedeceği için mutlaka bitirebileceğini söyledim. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - Hellas Can 79.8 km CP 22'ye girerken

Mehmet benim oturmamı istiyordu fakat çoğu yarışta oturmadığım için sadece Eker ayranı ve kolamı istedim. Ben onları içerken Mehmet istasyondan aldığı makarnanın üstüne yoğurt koyacakken yoğurtu tadıp, tatlı olduğundan vazgeçti. Ben de yine, şapka, ense, kolluklar ve mataraya buzlarımı koyup makarna ile yürümeye koyuldum. Yolda önümden giden İtalyan dikkatimi çekti. Numarasının yanında Carmelo yazıyordu ve bizim şirkette de aynı isimde bir mühendis vardı, derken sohbete başladık ve kendisinin sanırım dokuzuncu kez katıldığını öğrendim. Altı tanesini bitirmişti ve genelde yavaş gidip 35 saatin üzerinde bitirdiğinden bahsetti. Bu esnada makarnanın midemi bulandırdığını farkettim. Alışılmadık bir şekilde midem normal yemeği kaldırmıyordu. Yediğim kadarını çıkarıp elimde kalanını ise atmak zorunda kaldım. Bu arada Vesile de bize yetişmiş beraber koşuyorduk. 80K’ya hedeflediğim aralıkta, 8.27’de gelmiştim. Bu moralle yarış benim için çok zevkli bir hal aldı.

80-160 KM

Bu mutluluk sarhoşluğuyla önde yakaladıklarımla konuşmaya başladım. Tomas isimli ince uzun gencin yanına yaklaşıp kaçıncı kez yarıştığını ve Alman olup olmadığını sordum. Çek Cumhuriyeti'nden olduğunu ve en genç katılan Çek olduğundan bahsetti. 31 yaşındaydı. Biraz 24 Saat yarışlarından ve yarışla ilgili konuşup ondan da ayrıldım. Çok terlediğimden ilk kez bir tuz hapı kullandım. Bu yarışta bir tane tuz hapı içtiğimi şimdi yazarken farkediyorum. Bir süre sonra önümdeki Ruben Dario’ya yetişip onun Meksika’dan katıldığını öğrendim. Geçen sene karısı katılmıştı ve bu sene kendisi katılıyordu. Karısı destek ekibinde yer alıyordu. Ne şanslı bir çiftsiniz dedim. Ruben 2010’dan beri ultra koşuyordu ve üçüncü kez bitiriyor olacaktı. Ruben’den ayrıldıktan bir süre sonra önümdeki Slovenya’dan katılan Marko Femc ile tanıştım. Marko havanın 37 derece olduğunu ve sıcaktan bayılmazsa bitireceğini söyledi. Konu yine 24 saat yarışlarına gelince de Slovenya’daki 24 saat yarışının çok güzel bir yerde gerçekleştiğini, pistinin 1km’lik olduğunu ve mutlaka orada yarışmamı önerdi. Kimbilir belki bir gün diyerek ona da veda ettim. 

Kendi tempomun yavaşladığını hissedersem konuştuğum kişiden ayrılma gereği duyuyordum. Yanımdakinin sağlık probleminden dolayı bana ihtiyacı olmadığı sürece herkes kendi yarışını koşacaktı. Burada yardım istasyonların birinde Kalimera’nın teşekkürler değil günaydın demek olduğunu öğrendim. Akşama kadar herkese yardım istasyonlarında günaydın deyip durduğum için kendime güldüm. Efcharistó teşekkürler demekti. İstasyondan çıktından sonra bu sefer Munish Dev adında Hindistan’dan katılan bir insan kaynakları müdürü ile koşmaya başladım. Kendisi de Delhi’deki bir 24 Saat yarışında 207 km koşmuştu. Çalıştığım işyerindeki müdürüm de Hintli olduğu için uzun uzun başka konulardan da muhabbet ederek bir 20 dakika kadar beraber koştuktan sonra CP26, 92.5 km'de ayrıldık. 

Fotoğraf Mehmet Erkul- Hindistan'dan katılan Munish ile CP26'ya girerken. 

İleride başka bir koşucunun, bir kadın ve adama yanaşıp bir şey alıp verdiklerini gördüm. Yarışta yoldan ve müsade edilen CP’ler dışında destek almak yasak olduğundan, napıyor bunlar böyle derken yanlarına geldiğimde farkettim ki bunlar imza isteyen öğrenciler. Ben de imzamı atıp koşmaya devam ettim. Bu yarışı değişik kılan kısımlardan biri de bence bu imza isteyen öğrenciler. Birazdan CP29’a (102K) gelmek üzereydim. İznik 160K yarışı harici, en azından yarışların son yarısında müzik dinlerim ama bu yarışta yasak olduğu için dinleyemiyordum. Aykut’un ilk Spartathlon raporundan yazdığı niye aklıma daha çok sevdiğim şarkılar gelmiyordu” yorumu benim için de geçerliydi. Nerden aklıma geldiyse yıllardır dinlemediğim Groove Armada’nın "I See You Baby" şarkısı ağzıma takıldı. Mehmet’e bağırarak I see you baby, shakin that ass, shakin that ass, shakin that ass” diyerek istasyona geldim. Saat 18.06 olmuştu. Neredeyse 12 saattir koşuyordum. Her ne kadar plandığım gibi 20-30 dakikada bir jel veya bar yiyemesem de kendimi çok iyi hissediyordum. Sanki eskisi gibi dans pistinde dans edip hiç durmak istemeyen Budak şimdi bu yarışta vücut bulmuştu. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - CP29'da ayranlı ağzımla bomba gibiyim pozu

  Ayran içerken Aykut’un da istasyonda olduğunu görüp biraz şaşırsam da neden olduğunu tahmin etmekte zorlanmadım. Bana ben çıkıyorum sen gelirsin deyip gitti. Onun gibi mide problemi yaşamadığım için çok şanslıydım
. Bir süre sonra Aykut’un yanına geldim ve onunla beraber bir yarış koşacağımızdan çok sevinçliydim. Bu sevincim Aykut’un yol kenarındaki yağmur ızgarasına bir su hortumu gibi kusması ile çok çabuk son buldu. Belki 300 metre bile gitmemiştik ki bana kendi tempomla gitmemi çünkü ileride benim neler yaşayacağımı bilmediğimi söyledi. Biraz kalmak için ısrar etsem de tecrübesinden dolayı tavsiyesine uyup bir sonraki büyük istasyon CP32/112K Halkeon’a doğru yol aldım.  

Yavaştan hava kararmaya başlamıştı ve bu yolda yokuşların olduğunu bildiğim için hızımı ona göre ayarlayıp istasyona vardım.  Burada üç problem ile birden karşılaştım. Zaman ölçüm çipi sağ bileğime baskı uygulayıp orayı bir güzel şişirmişti ve sağlam ağrıtmaya başlamıştı. Hemen onu bantlayarak acıyı hafiflettim. Suunto saatimim şarjı yüzde 17 olduğu için şarj edeceğim kalem şarjı bulamamıştık. Ultralarda koşucular gereksiz ağırlık almamaya dikkat eder ama ben Mehmet’e yedek olarak getirdiğim büyük taşınabilir şarjı yanıma almak zorunda kalacaktım. Bu sırada şarj kablosunu takarken saatimin kayışının kopmak üzere olduğunu gördüm. Bir Leukotape bantta kayışa yapıştırıp yola çıkacak hale geldim.

Fotoğraf Sparta Photgraphy Club - Arkamda Aykut ile. CP 29 çıkışı az da olsa beraber koştuk.
Yarıştan önceki günde yarışı tekrar etmem işe yarıyordu. Her okuduktan sonra yine yarışı bitirdim bak diye Aykut’a espiri yaptığım aklıma geldi. Hatırladığım kadarıyla inişli çıkışlı yolları bitirdikten sonra CP 35 Ancient Nemea’ya gelecektim. 21.15 gibi gelmiş olmam lazım dediğim İstasyona 21.07’de girip Mehmet’in gösterdiği sandalyeye oturdum. Mehmet’e beni sakın oturtma demiştim ama anladığım kadarı ile kendisi bana sandalye ayırmış ve bunu değerlendirmemi istiyordu. Marketlerde pişirilmiş halde poşette satılan Yayla marka çorbaları 24 saat yarışında da kullanmıştık ve pratik oluşundan faydalanıyorduk. Mehmet’in verdiği çorbayı hemen içip 160. kilometrede çıkacağımız dağa yaklaşmak için sabırsızlanıyordum. Daha 122km gidebilmiştik ama ilginç bir şekilde hiç  önümde koşacağım bir 124km daha var diye düşünmedim. Yarıştan önce hep böyle moral bozabilecek düşüncelerin aklıma gelip benim motivasyonumu aşağı çekeceğinden çekiniyordum ama bu tip şeyler şimdiye kadar moralimi bozamamıştı. Evet bu efsanevi yarışın güzelliğini benim için hiçbir şey değiştiremeyecekti. Ben istasyondan çıkmak üzereyken Vesile geldi fakat benim sandalye hemen kapılmıştı. Kendisini Mehmet’in emin ellerine emanet edip koşmaya başladım. 

 Yokuş aşağı olan yerlerde hızlı koşmak için elimden geleni yapıp yokuş yukarıları hızlıca yürüyordum. Hızımı yokuş aşağılarda artırarak CP40-139K’ya, Malendreni istasyonuna, Mehmet diye bağırarak girdim. Gece yarısına yaklaşmamıza rağmen halen kendimi çok enerjik hissediyordum. Her vardığım büyük istasyonda Sparta’ya daha çok yaklaştığımı bildiğim için bitirme motivasyonum daha da artıyordu. Buradan çıktıktan sonra ismini hatırlayamadım bir Amerikalı ile Michael Arnstein’ın çektiği Spartathlon videoları üzerine muhabbet ettik. Kendisi New York’tan ilk kez katılıyordu. Buralarda Aykut’un 3km çıkış 3km iniş var dediğini hatırlıyorum. İnişe geçmeden önce Hollanda’dan katılan Jonathan Koutstaal ile biraz psilocybin etkileri üzerine konuşup sonra yokuş başladığı için “see you in Sparta” deyip ayrıldım. 

147.8K’daki Lyrkeia’ya ulaştığımda Mehmet’ten ıslak mendil torbamı istedim çünkü aldığım ishal önleyici ilaç bu saate kadar işe yaramıştı. En son 112. kilometrede sürdüğüm vazelinden biraz daha sürüp ayrıldım. Uzun süren koşularda kasıklar ve kollar gibi genelde sürtünen yerlerin tahriş olmasını engellemek için vazelin şart. İstasyondan ayrıldıktan bir süre sonra koşarken ismini İngilize benzettiğim birisine “Merhaba İngiliz misin dedim?” Kendisi bir süre önce konuştuğum Amerikalı olduğunu hatırlatınca beni iyi bir gülme tuttu. Daha önce önüne geçtiğim için yeniden önüme çıkacağını tahmin etmemiştim. Adını da düzgün öğrenmeyince işte böyle komik bir duruma düşmüştüm. Gülerek yanından ayrıldım. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - CP40 139.8km. Bitirmeye az kaldı sadece 106 km :)
Arada bazı koşuculara yetişip, ikinci aklıma gelen şarkı ile “I like to move it, I like to move it move it, you like to” deyip “move it" kısmını onun söylemesini bekliyordum fakat gece gece herkesin ruh hali benimkiyle aynı değildi. Ama herkes beni kırmadan gülümsüyordu. En azından o gülümsemenin o kişi üzerinde pozitif bir etki yarattığını bilerek devam ediyordum. Bacaklarım halen güçlü durumdaydı fakat bu arada sol el bileğinde, saatimin olduğu bölgede acı hissetmeye başladım. Kordonun altına bakınca, bantladığım kısmın sürtüne sürtüne bileğimi kanattığını gördüm. Bunun üzerini bantlamak gerekir diye düşünürken onun yerine kolluğumu bileğimi örtecek şekilde çözüm bulup, bunu akıl ettiğim için kendime aferin sana dedim. Böyle küçük şeylerden mutlu olmayı çok seviyorum. 
 
Bir süre sonra artık fazlalıkları boşaltma vakti gelmişti. Saatime bakıp 01.20 olduğunu kafama not aldım. Çalıklıkların arasına girip, fenerimi kapatıp, ancak azıcık eğilebilerek yük azaltma işlemimi tamamladım. Buradan bir süre sonra en az bir saat sürecek dağa çıkış yolculuğu başlamıştı. Neyse ki Avusturalya’dan Jason West ile karşılaştım. Kendisi ile katıldığımız koşu yarışları dahil bir çok konudan sohbet ettik. Jason 50 yaşındaydı ve ilk kez katılıyordu. Ona da yarışın geri kalanı ile ilgili bildiklerimi anlattım ve dağdan inişte özellikle çok dikkatli olmamız gerektiğini, çünkü taşların bilye gibi kaydığını yarış raporlarında okuduğumu söyledim. 

 160-205KM

Yarış raporlarından aklımda kalan, dağ eteğindeki “Base of Mountain” 159.4K’ya gelindiğinde ne olursa olsun dağa bakmamak yönündeydi. Baktığınız zaman dağın tepesine doğru bir sürü ilerleyen ışık göreceğiniz, bu dik ve uzun ışık yolunun gözünüzü iyicene korkutacağıydı. Jason ile muhabet ederek bana göre yarışın en zorlu yerlerinden birisini kolayca bitirmiştik. Dağın eteğine gece 02.40 civarında geldiğimde geçen sene burada esen sert rüzgarlardan eser yoktu. Hava hala en az 25 dereceydi. İstasyonda Kanadalı Etienne ile karşılaştım. Mehmet’ten tepede acaba rüzgar var mıdır diyerek rüzgarlığımı istedim ve çorbamı bitirip dağa doğru çıkmaya koyuldum. Evet dağı daha önce hiç görmemiştim ve dikliği gerçekten yıldırıcıydı. Bu yüzden birkaç kez arkaya doğru düşer gibi oldum ve ağırlığımı öne vererek kurtuldum. Etienne ile mesafemi koruyarak gitmeye çalışıyordum. Dar ve uçurum kenarında olan tek kişilik patikalardan çıkarak ilerliyorduk. Bazı yerlerde tökezlesen kendini aşağıya yuvarlanırken bulmak işten bile değildi ama tepeye sandığımdan daha çabuk tırmandım. 

Fotoğraf Sparta Photography Club - Burayı döndüğüm gibi tepeye ulaşacağım.
Tepede bir kola içip inişe koyuldum. İniş tahminimden çok ama çok daha zor oldu. Çıkarkenki hızımla sanki inerkenki hızım aynıydı. Taşlar kaydığından ve taş olmayan alan bulunmadığından zorunlu yavaşlıyorduk. Etienne biraz daha hızlı gidiyordu. Bense fenerin ışığıyla küçücük de olsa basıp hızlanmak için toprak bir alan arıyordum. Bu arayış esnasında zihinsel olarak çok yorulduğumu ve ilk kez bir inişin hemen bitmesini istediğimi hatırlıyorum. Zaman kavramın ne kadar göreceli olduğunu orada bir kez daha hissediyorsunuz. Asfalta ulaştıktan sonra halen iniş olan bir rotadaydık. Koşmama rağmen quad’larımda henüz hiçbir şey hissetmiyordum ve CP52, 170K, Nestani’ye kadar güçlü bir şekilde geldim. Yaklaşırken yine Mehmet Mehmet diye bağırdım ama kimse gelmemişti yanıma. Oradaki Yunanlı olduğunu tahmin ettiğim bazı kişiler Mehmet buradaydı şimdi gelir dediler. Fakat beklemek yerine hemen istasyondaki çorbadan içip ilerlemek istedim. Çabucak içtiğim mantar çorbası çok güzel gelince bir tane daha alıp onu içerek istasyondan çıktım. Sonradan Mehmetin beni beklerken yorgunluktan arabaya gittiğini ve orada kısa bir kestirme niyetinde iken uyuya kaldığını ögrendim, kolay değil o da nerdeyse 24 saattir ayaktaydı.

  Nestani’den sabah 04.50 gibi çıkmış olmam lazım. Şaşılacak bir şekilde uykum hiç gelmemişti. Barcelona'daki 24 saat yarışında bu saatlerde çok fazla uykumun geldiğini hatırladım ve acaba bir anda mı uyku bastıracak korkusu ile kafein hapı almaya karar verdim. Aç karnına mide bulandıran bu hapın, iki çorbadan sonra öyle bir etkisi olmaz diye düşündüm. Tabii bu yarışlarda her şey tahmin edildiği gibi olmuyor. İçtikten az bir süre sonra midem bulandı ve kusmaya çalıştım. Biraz sıvı çıkarttım ama Aykut’unkilerin yanında buna kusma diyenin ağzına kürekle vururlar. Buradaki hafif inişten sonra düz yolda koşabildiğim kadar koşarak ilerlemeye çalışıyordum. CP57 185. km’deydi ve burası genelde havanın yavaştan aydınlamaya başladığı yerdi. Buraya kendi tahminimden 35 dakika daha erken gelmiştim fakat midem halen katı hiçbir şey yiyecek durumda değildi. Anlaşılan yine çorba içecektim. Mehmetten vazelin istedim çünkü hava yeniden ısınacaktı ve okuduğum pişik hikayeleri acı doluydu. CP57'den 7.02’de çıkarken hava aydınlamaya başlamıştı bile. Gün doğarkenki ilk ışıklar yine ilaç gibi geldi.

 İstasyondan çıktıktan bir süre sonra yarışın ana vatanından katılan Yunanlı Spiros Pappas’ı yakaladım. Spiros 2015’te yarışı bitirmiş sonradan bir türlü kurayı kazanamamıştı. Bu sene yarışı bitirirse bir daha da katılmayacağını söyledi. Herkes öyle diyor ama sonradan yine katılıyor diyerek güldüm. Yok, yeter artık, ben kesin katılmayacağım, zaten 7 sene sonra koşabildim diyerek kurada çıkmanın zorluğundan bahsetti. Yarışlardan ve Türklerle Yunanlıların uzun süre iç içe yaşadığından konuştuktan bir süre sonra 194. km'de CP60’a yaklaştığımızı farkettim. Spiros burada masaj yaptıracağını, benim onu beklemeden çıkmamı söyledi. 

Fotoğraf Mehmet Erkul - Sabah 7:35, yarışta neredeyse 25 saate yaklaşırken.
Bu istasyonda sağ ayak bileğimdeki şişlik canımı çok yaktığı için bandı bir tur değiştirdim. Orada yumurta büyüklüğünde bir şişlik oluşmuştu ama vücut göstergelerine fazla bakmadığım için uyarıları genelde görmüyordum. Ultralarda belli bir süre vücudu zorladıktan sonra mutlaka bir yerleriniz ağrıyor. Bir yerde kasım kopmadığı sürece ağrıyı düşünmemeye çalışıyorum. Hatta meditasyon üzerine daha fazla çalışıp bu özelliği daha fazla geliştirmek istiyorum. Bu arada istasyondayken saat daha yeni sabah 9 olmuştu fakat şimdiden istasyonlarda durup kolluklarıma ve kafama buz koymaya başlamıştım, sıcak öyle bir sıcaktı işte. 
 
Buralarda Etienne ile bir araya gelip ayrılır hale gelmiştik. 200. km’den sonra başlayan 5 km’lik uzun tırmanışa az kalmıştı. Bu tırmanışa öğlen üzeri gelmediğim için kendimi tebrik ettim çünkü 38-40 derece altında yokuş aşağı kavrulmayı tercih ederim. Tırmanışta yürü koş yapmaya çalıştım ama 200km’den sonra bu uzun tırmanışı kimsenin koşacak durumu yoktu. Döne döne ve yavaş yavaş yükselen bu tırmanışta arada Jason ile denk geliyorduk. Fakat ben onu akşam gördüğüm için gün ışığında tanımakta zorlandım ve bu sefer birbirimizden farklı tempolarda gittiğimizden onu geçip tırmanışın sonuna doğru geldim. 

Beslenme planımı buraya kadar uygulayamamıştım bundan sonra da kola, su ve biraz patates cipsi ile idare edecektim. Monoton tırmanışa rağmen uykum gelmiyordu ki bundan dolayı şanslıydım. Zaman limitlerine yakalan yarışçıları toplayan ve Ölüm Otobüsü (Death Bus) diye bilinen otobüsten, masallardaki canavarlardan korkan çocuklar gibi korkuyordum. Ama 206. km’ye gelmiştim ve artık hem limitler hem de otobüs benden 2 saat 50 dakika uzaktaydı. Bunu kendime hatırlatarak iniş çıkışlarla dolu yola koyuldum. Saat öğlen 12 civarındaydı yeniden inişlerde basmaya çıkışlarda ise sadece hızlı yürümeye çalışacaktım. 

Spiros Yunan bir arkadaşı ile yanıma geldi. Onlara Yiannis Kouros’u biliyorsunuz herhalde dedim. Sonra da Ilgaz Kuruyazıcı’nın Kouros yazısındaki Kouros'un “Yorulduğumda vücudumu karşıma alır ona yorulmadığını anlatırım, o da beni dinler” sözünü anlattım. Benim de birazdan yokuş aşağılarda quadlarımı patlatacağımı sonradan onları karşıma alıp aslında patlamadıklarını anlatacağımı ve onların beni dinleyeceğini söyledim. Bıyık altından hadi bakalım dercesine güldüler. İlk yokuş aşağıda ben quadlarımla biraz konuşacağım deyip aşağıya kendimi saldım.

200 km civarı Avusturalya'dan katılan Jason West ile. Saat 9.36 olmasına rağmen cehennem sıcağı yüzünden her yere buz koymak şart

205-246KM

Yokuş yukarı çıkarken önümde Tamar Shai adında, sonradan İsrail’den katıldığını öğrendiğim bir kadın hafif hafif koşarak ilerliyordu. Helal kadına dedim ve sonraki yokuş aşağıda yanından geçtim. Yokuş yukarı olduğundan ise o beni geçti. Üç kez bunu tekrarladık. En son yokuş aşağıda yanından geçerken “You again?” Yine mi sen? dedi. Güldüm ve kusura bakmamasını, amacımın onunla yarışmak değil en iyi zamanımı yapmak olduğunu söyledim. Kendisi böyle devam et yaparsın gibi bir şey dedi.

Bu noktadan sonra artık beynim yokuş aşağı mı yokuş yukarı mı gidiyoruz anlayamaz hala geldi. Ufuk çizgisinden bir arabanın kaybolup kaybolmadığından yokuşun yukarı mı aşağıya mı olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir ara 8’30 pace ile yokuş yukarı yürüyemediğim halde 8 pace ile yürüyebilince buranın yokuş aşağı olduğunu anlayabildim ve koştum. Sıcak başına vurdu denir ya aynen öyle olmuştu. Virajları inerken yolun ortasından koşuyordum ne de olsa İstanbul’da sabahları yolun ortasında az koşmadım.

Her kontrol noktasında vakit kaybetmek pahasına şapkama, boynuma, kolluklarıma buz koyuyordum ve mataramı dolduruyordum ama her nasılsa CP69, 225. km’den, çıktıktan belki 5 dakika sonra suyumun bittiğini farkettim. Saat öğlen 13 civarıydı ve buralarda yokuş aşağıları 5’20 ile koşmaya çalışıyordum. Ama suyum bittiği için bayılmak üzere olduğumu farkedip yavaşladım. Kafamdaki, kolluklarımdaki hatta boyunluğumdaki buzlar da erimişti. Bir ara diskalifiye olabileceğimi unutup geçen arabalardan su istemeyi bile düşündüm. Şimdi 229. km’de düşüp bayılsan, hakkında vakit kaybetmemek için suyunu doldurmamış, buz almamış yanına diyecekler oysaki hepsini yaptım ama hava çok sıcak hem de çok sıcak diye düşünürken istasyonu gördüm. Her şeyi doldurduktan sonra artık takım olarak muhabbet ederken hep bahsettiğim 235. km’deki CP72 Shell istasyonuna gelmem gerekiyordu. Bu istasyona gelirsem yarış kesin bitmiştir diye az söylememiştim. 

Fotoğraf SpartaVoice.gr - Tuğla kadar taşınabilir şarj ile koşmak akıl karı değil.
İşte biraz sonra oradaydım, hayalini kurduğum Shell istasyonunda.  Düşünsenize hayal ettiğiniz şey benzicideki bir yardım istasyonu, ama ben Ocak 2022'den beri buraya gelmek için antrenman yapmıştım. İstasyonda Mehmet’i gördüğümde yine dünkü gibi bağırarak I see you baby, shakin that ass” nakaratını tekrarladım. Ayran ve kolamı içip, buzlanıp, yaklaşık 8km sonra olan CP74’e doğru koşmaya başladım. 242. km’deki CP74’e geldiğimde yarıştan önce bıraktığım torbamdan Türk bayrağını aldım. Tişörtümü de takım tişörtü ile değiştirecektim ama daha fazla vakit kaybetmeden Leonidas’ın heykeline ulaşmak için istasyondan çıktım. 

Bitiş CP75 olarak geçiyordu. Artık Sparta’ya sadece 2.7km kalmış olmalıydı fakat halen yokuş gördüğüm için yanlış yolda koştuğumu zannedip saatimdeki rotaya baktım. Doğru rotadaydım fakat Aykut’un hiç bu yokuşlardan bahsettiğini hatırlamıyordum. Sparta’nın içine girdiğimde insanlar balkonlardan bile alkışlıyor ve bağırıyorlardı. Artık son 1km kalmıştı. Sağa dönüşü gördüm ve buradan sonra yokuş yoktur derken yine bir yokuşla karşılaşınca yeter artık deyip yürümeye başladım. Hemen 200-250 metre ileride başka bir yarışcı da yürüyordu. Onu görünce son kilometre içinde yürümeyi hiç kendime yediremedim ve koşmaya başladım. 

Önümdeki koşucu, yedinci kez bitirmek üzere olan Arjantinli Pablo Barnes, kaldırımdaki alkışlayanları geçtiği halde alkışlar devam edince arkasında birisi olduğunu anladı. Bana döndüğünde yanından geçerken bravo deyip kendisine saygısızlık etmeden geçtim. Artık son 500m’lik final yoluna dönüşe hazırlanıyordum. Elimdeki matara ve şapkayı birisine vermek istiyordum ama Mehmet’i göremeyince bir otelin altındaki kafede alkışlayanların olduğu yere, sonradan alacağımı söylerek attım. Sonunda o muhteşem final yoluna Türk bayrağı ile girdim. Saat öğleden sonra 3’e yaklaştığı için sıcaktan her zamankinden daha az kişi kaldırımdaki açıklardaydı. Bisikletli çocuklar bile anlaşılan akşamüstünü bekliyorlardı. Ama yine de yeterince çoşkulu şekilde bravo, good job, sesleri ve alkışlar altında koşuyordum. Burada bulunanlar her yarışcıyı birinciymişcesine alkışlıyorlar. Bunun üstüne bir de Mehmet ve Hilmi’yi görünce sevincim daha da arttı.

Fotoğraf Sparta Photography Club - İşte yarışın bitişindeki çoşku dolu koşu
İsmimin anons edildiğini ve aksanlı bir şekilde “yavaş yavaş” denildiğini duydum. Son 100 metrede aklıma merdivenlere çıkarken takılıp düşenler geldi. Zeybek oynamayı planlıyordum ama arkamdaki Pablo da koşmuşsa bekletmek saygısızlık olur diyerek Zeybek kısmını düzgün yapamadan, Leonidas’ın heykeline dokunarak yarışı bitirdim. Sırada taç takılması sonrası Evrotas nehrinden geldiği söylenen suyu içip madalyamı almaktaydı. Aylarca hem zihni hem de vücudunu disipline etmenin sonucu işte bu andı. Önce hayal edip sonra işini şansa bırakmayıp kararlı bir şekilde hazırlanmak ve Spartaya ulaşmak. Aynen John Foden’ın dediği gibi “Size şans dilemeyeceğim çünkü hakkıyla hazırlanmadıysanız şans bir işe yaramayacaktır. Ve eğer hakkıyla hazırlandıysanız o zaman şansa ihtiyacınız olmaz.”  
 

 Artık sağlık kontrolü ve ayak tedavisi için çadır kliniğine girebilirdim. Hilmi ve Mehmet sağ olsun orada bana çok yardımcı oldular. Serum üstüne serum alarak en az 1 saat sonra ancak kendime geldim ve şimdi quadlarım benimle konuşup ne kadar yıprandıklarını anlatacaklardı. Böyle yarışlar sonrası yürümek benim için çok zor ve yıllardır bu değişmedi. Allahtan Yiannis Kouros’un bir videosunda onun da merdivenleri nasıl çıktığını gördüm de bunun koşu geçmişi vs. ile ilgili olmadığını yazabiliyorum. Yarış sonrası vazeline rağmen pişik oldum, dudaklarım ve çenem güneş yanığından yara oldu, ayaklarım davul gibiydi, tırnaklar yine gitti, quadlar ve kalfler başta olmak üzere her yerim ağrıyordu ve seruma rağmen o akşam 3 saat belki anca uyudum. Fakat özellikle ağrı kesici almak istemedim çünkü o ağrılar yarıştan sonra öyle güzel geliyor ki, size yarış için ne kadar çaba harcadığınızı hatırlatıyor.

Spartathlon bitişinde Leonidas heykelinin önünde Hilmi ve Mehmet ile

Bu yarıştaki gibi böyle yoğun duygular insanın hayatında sıkça yaşanmaz. Bir amaç için uzun süre boyunca sürekli antrenman yapıp, sonucunda başardığınızı hissetmek, herkesin yaşamasını istediğim bir duygu. Zaten haftalarca sizi saracak olan bu duygudan dolayı, herkese kendisini yıpratarak bir 100 km ve üstünü koşmasını tavsiye ediyorum. Dikkatinizi çekerim burada kritik nokta kendini yıpratmak. Bunun sonucunda yaşanılan ve hissedilen şeyler gerçekten paha biçilmez oluyor. Sanki sizin her yerinize tüm gün masaj yapılmış, durmadan yoğrulmuşsunuz gibi hem fiziksel hem mental olarak. Üstünüzde öyle bir rahatlama var ki size birisi gelip birazdan buraya meteor düşecek dese, çaresini buluruz dostum, merak etme diyecek durumdasınız. Bir de bunu 246km’lik dünyanın en iyi yol ultracılarının koştuğu bu yarıştan sonra yaşadığınızı düşünün. Sadece dopamin, adrenalin, serotonin ve endorfin salgılanması değil bu, kendiniz ile başbaşa kaldığınız uzun saatlerin verdiği haz da var. Yıpratıcı bir şekilde en az 36 saat süren bir yolculuk olmasının etkisi de bu duygu yoğunluğunu ortaya çıkartıyor. Michael Arnstein’ın gün aydınlanırken koşu sırasında söylediği “24 saattir koşan bir vücudun içinde bulunmak oldukça mükemmel bir şey” demesinin nedenini bir kez daha anlıyorsunuz.

İster ilk kez Spartathlon’a katılıyor olun isterseniz beşinci kez, yarış herkes için özel bir yarış. Birden fazla katılanların bazıları parkur ile kalan hesabını görmeye, bazıları her seferinde farklı zorluklar yaşadığı için bilinmezlik yolculuğuna katılıyor. 

 Yarış Sonrası

Yarıştan sonraki gün Leonidas heykelinin arkasındaki koşu pistindeki Spartan Mile’a gittik. Spartan Mile, İsveç takımının kendi aralarında düzenlediği, sonraki yıllar ise yarışa katılan herkesin katıldığı çıplak ayakla ve iç çamaşırlarla koşulan bir yarış. Bazıları 4x400m koşuyor ama geneli bir tur atıyor. Koşu öncesinde bol bol fotoğraf çektirdik. Bu sene katılım diğer senelere göre oldukça fazlaydı. Bunda Bob Hearn’ün dağıttığı davetiyenin kesin etkisi var. Burada ayrıca birçok Yunanlı Türkiye Yunanistan dostluğunu kanıtlamak için bizimle fotoğraf çektirdi. Sonrasında Aykut ve Mehmet ile yol boyunca nefis manzaralar ve güzel müzikler eşliğinde başarmanın verdiği haz ile Sparta'dan Atina'ya harika bir yolculuk yapıp Atina’da Mehmet’ten ayrıldık.
Fotoğraf Başak Gürbüz Derman - Spartan Mile bitişinde

Pazartesi akşamı olan ödül törenine kadar otelde Aykut, Hilmi ve Vesile ile dinlenip yarış üzerine değerlendirmelerde bulunduk ve akşam takım olarak ödül töreninde güzel bir masaya yerleştik. Burada yarışta koştuğum kişileri şapkasız tanımaya çalışarak yakalayabildiklerim ile fotoğraf çektirdim. Sıra Türk Takımına geldiğinde ise beraber sahnede tek tek isimlerimiz okunarak ödüllerimizi aldık. Türk takımı olarak ödül alıyor olmamız benim için çok gurur duyduğum bir an oldu.

Uzun süren fiziksel antrenmanların yanında zihinsel olarak da bu yarışa hazırlanmıştım. Yarıştan önce zaman hedefim yoktu ve bitirmek için yarıştım. Yarışın zorluğu benim için istasyonlar arası olan zaman sınırlarıydı çünkü böyle keskin zaman sınırları olan başka bir yarış koşmamıştım ki zaten en çok bu zaman sınırlarından dolayı Spartathlon en zor ultramarathon olarak nitelendiriliyordu. Katılanların genelde yarısının bitirdiği Spartathlon’u 32 saat 50 dakikada bitirerek kendime karşı meydan okuduğum bu yarıştan güzel tecrübeler ile ayrıldım. Ultramaratonların anası kabul edilen bu yarışı, keskin zaman sınırları, bitirici sıcağı ve kendine has parkuruna rağmen bitirmenin verdiği mutluluk içinde günlerce kaldım. Sıcak, soğuk, yağmur, rüzgar veya karanlık demeden sabah 5’lerde yapılan antrenmanların sonucu işte bu duygu patlamasıydı.

Foto Mehmet Erkul - Yarış sonrası bu sefer Aykut ile Leonidas heykeli önündeyiz
Bu yarışın beni ne kadar değiştirdiğini muhtemelen önümüzdeki yıllarda anlayacağım. Yarış hazırlıklarında beni her zaman destekleyen eşim Selen ve oğlum Cenk’e ayrı bir teşekkür ediyorum. Annem, babam kardeşlerim de pozitif mesajları ile bana moral vermeye çalıştılar. Rotafilo, tisört ve bandana sponsorumuz olarak, WUP beslenme sponsorumuz olarak bu gurura ortak oldu. Aykut zaten sağ olsun her zaman her şeyi sorabileceğim Google’ım oldu. Mehmet’e de bu kadar önemli bir yarışta gene beni yalnız bırakmadığı için minnetarım. Kendisi 38 saat boyunca koşturdu. Yarıştan önce tüm "başarılar" dileklerini ileten arkadaşlarım ve tanıdıklarım, hepinize ayrıca teşekkür ederim. Yarış organizatorleri ve Türk Takımını her daim kucaklayan Yunanistan ahalisi kalbimizde yer ettiler. Her zaman bizi evimizde hisettirdiler. David arkadaşım keşke bunu seninle de paylaşabilseydim. Umarım olduğun yerde huzur içindesindir.

Oğuz Atay’ın yazdığı gibi “Bir insan hayalleriyle nereye kadar yaşayabilir? Bu gücü her zaman kendinde bulabilir mi?” Önümüzdeki senelerde yeniden Spartathlon’a katılma şansım olursa bu sefer daha iyi bir beslenme stratejisi uygulayıp yokuşlarda daha fazla kendimi zorlamayı planlıyorum. Beslenmede amacım daha fazla yemek yemeye çalışmak olmalı. İlk 80km’yi yine yıpranmadan gelip sonrasında bu sefer daha hızlı koşmak hedeflemeliyim. Antremanlarda da ne kadar çok acı çekersem o kadar daha iyi yarış çıkartacağıma eminim. Unutmayın hem vücudunuz için hem de zihniniz için en iyi ilaç koşmak. Kendinize iyi bakarsanız hem çevrenize hem de ailenize karşı çok daha pozitif olacaksınız. Bir şekilde sizin de koşmaya başlamanız dileğiyle.

Spartathlon Yarışının Strava Linki

Fotoğraf Hilmi Güven - Atina'da gerçekleşen ödül töreni
Slovenya'dan katılan Marko Femc ile 
Foto Çağrı Tuncay - Sağda yarış birincisi Fotis Zisimopoulos solda ise 24 saat dünya rekortmeni Camille Herron
Meksika'dan katılan Ruben Dario
İtalyan'yadan katılan Carmelo Nucifora
Yarış kitlerimiz almadan önce Vesile, Hilmi ve Aykut ile

Etienne Durocher ve Mehmet Erkul ile “Base of Mountain” 159.4km’de
Mehmet, ben ve Aykut ile Yunanlılarla dostluk hatırası

Spartathlon 2023 Yarış Raporu - İkincisi neden daha zor?

          Fotoğraf Osman Erkan - Leonidas'ın heykeli ve ikinci kez Spartathlon'un bitişi.   Geçen sene ilk kez Spartathlon'u bit...